Meslektaşım altmış beş yaşında. İyi anlaştığı bir kadınla kırk yıldır evli. Çok sevdiği evli bir kızı ve iki de torunu var. Yaşlılığın merdivenlerine tırmanmaya başlayan iki insan için gerekli olan maddi olanaklara sahipler. Dostları, evleri, yazlıkları var. Arkadaşım sevimli, neşeli, rahat, cömert, dışarıdan bakan için olabildiği kadarıyla tasasız, keyifli biri olarak nitelenebilir... Geçenlerde söyleşirken bir kafede, nereden aklıma geldiyse çocukluk yıllarının anılarıyla devam etmeye başladı sohbet. Birkaç anımı anlattım. İçlerinde komik olanlar da vardı. Güldük, yeri geldi hüzünlendik. Zira ikimizin de aileleri varlıklı değildi. Sıkıntılar içinde geçen bir çocukluktu bizimkisi. Ama çocuktuk işte. Koşullar ne olursa olsun, eğlenmenin bir yolunu buluyorduk. Meslektaş bir ara durgunlaştı. İlk dakikalarda sormadım nedenini. Zira olurdu böyle şeyler, insan ille de her an şen şakrak olacak diye bir kural yoktu. Ama uzayınca sordum. “Bırak ya hoca” dedi ciddi bir tavırla, “çocukluktan can sıkıcı bir şey işte.” “Tamam da hoca” dedim, “aradan geçti en az elli sene, hala canını sıkan ne olabilir ki, bu suratının hali ne yahu?” Acı bir gülüş yayıldı geniş yüz hatlarına. Bir ara kaçamak bir bakış attı bana ve sonra boşluğa, hiçliğe ya da her yere bakarmış gibi şunları anlattı: “8 yaşındaydım. Çok iyi anımsıyorum. Pazarı vardı doğduğum ilçenin. Arkadaşlarımla pazardaydık. Annemden çok az miktarda bir harçlık alabilmiştim. Bir ara çok korktuğum dedeme rastladık. Arkadaşlarım ayrıldı. Pazara seyyar dondurmacı gelmişti üçüncü kez. Deli gibi istiyordum almayı. Ama param azdı. Dedem ‘dur’ dedi sertçe. Korkutan titreyerek durdum. Elini cebine attı. Bozuklukları çıkardı ve ‘aç avucunu’ dedi. Açtım. Attı parayı köpeğe atar gibi resmen. Tutamadım. Para yere düştü. Tokat beklerken sertçe ‘eğil ve al onu’ dedi. Korktum, eğilip aldım. Yüzüne bile bakamadım. Yanındaki adamla konuşarak uzaklaştı. Paradan bile korktum sonra hoca... Yazdı ama o madeni paranın soğukluğunu hala hissederim! Sonra gidip dondurmayı alıp bir köşede gözlerimden süzülen yaşlar eşliğinde yedim.” Birbirimize bir süre bakarak hüzünle gülümsedik...
OKUYUNUZ
“Bir Şairin Öyküsü: T.S.ELIOT”, geçen yüzyılda modernist şiirin en büyük şairlerinden Thomas S. Eliot’ın çalkantılı ve karmaşık hayatını anlatır. Eser, usta hakkında yazılmış en objektif metinlerden biridir. Eserde bir şairin hayatı yanında, Birinci ve İkinci Dünya Savaşı dönemi Amerika’sı ile İngiltere’sinin sanat hayatını da mercek altına alınıyor. Biyografi, W. B. Yeats, Ezra Pound, Bertrand Russell ve Virginia Woolf gibi ünlü isimlerin Eliot’ın yaşamındaki önemine tanıklık etmek açısından da önemli bir yer tutuyor...
Aşk üzerine tuhaf düşünceler...
Bir zamanlar, bir kadın tarafından aşktan kovulmuştu. Ne yapacağını bilemez halde sokaklarda dolaşırken o gün ve gece, aklının başına geldiği kısacık anlarda baş etmesi gereken en önemli sorunun yetersizlik hissi olduğunu şimdi bile anımsar Beyefendi. Tam olarak ne demişti kadın diye geçirdi içinden birkaç saniye. Anımsar gibiydi sanki ve sevinçle parmaklarını şaklattı. Tam olarak değil dedi sonra kendine kızarak, nasıl unutursun! Biraz daha düşün. Ha, evet şöyle demişti eski zamanların aşkı: “Tüm bilincimi kapladın. Senden başka hiçbir şey düşünemez oldum. Oysa iyi bir işim var. Senden başka hiçbir şeye dikkatimi veremiyorum. Hata yapacağım ve kovulacağım. Lütfen, sana yalvarıyorum. Beni terk et. Hemen şimdi. Benden git. Hayatımdan ebediyen çık. Yoksa ben, ben olamam. İşimi, kendimi, her şeyimi kaybederim.” Sessizce dinlemişti otuzlu yaşlardaki Beyefendi, sevdiği kadını. Ağzını açamamıştı şaşkınlıktan. Birkaç dakika sonra ancak aklına geldi bir şey... Oysa eski zaman aşkı iki gün önce şöyle demişti: “Ayaklarım yerden kesilmiş durumda. Her kadına nasip olmayan bir aşk yaşıyorum. Sana ne kadar teşekkür etsem azdır...” Nedense bir süre kapının hemen yakınında oturduğu sandalyeden mırıltı halinde bir ses tonuyla, “Daha ne istiyorsun o zaman, çok az kadının sahip olduğu şeye sahipken, elinin tersiyle itecek misin” diyebilmiş, yine o ses tonuyla, “son kararın mı bu” diye de eklemeyi başarmıştı. “Evet” demişti kadın kararlı bir ses tonuyla. Ve ilk kez demişti içinden Beyefendi, bu kadar kararlı bir ses tonuyla hayır diyor bana sevdiğim kadın, aşık olduğundan bu yana ilk kez. Hep düşündü... Acaba ona bu cesareti veren ne? Hayattaki diğer her erkek ve nesneyi bir kenara atıp tüm dikkatini bana yönelten bu otuzlu yaşlardaki eğitimli kadını aşk sarhoşluğundan çekip çıkaran ne? Birkaç gece önce kendilerini bulutlardan kaçırıp kente ışıklarını gönderen yıldız kümelerine bakıyordu Beyefendi pencereden. Biri çok daha parlak göründü orta yaşlı gözlerine. Acaba diye mırıldandı gecenin içinde, aşktan kovulduğum gece de orada olan o yıldız ben miydim bir zamanlar? Ayrıcalıklı, parlak, ışıldayan ve fark edilen... Ve sonra da hala öğrenemediğim bir nedenden dolayı terk edilen. O ben miydim?
BEBEKÇE
Muhtemelen diye geçirdim içimden bu fotoğrafa bakarken; tek bir kelime bile etmeden, bu iki yavru, iki yetişkinden çok daha iyi anlamışlardır birbirlerini...