Kucaklamak
Bu yazıyı yazarken en yumuşak üslubumu kullanmaya çalışacağım. Çünkü hiç kimseyi kırmak ve üzmek istemiyorum. Ben bir Türk milliyetçisiyim ve milliyetçilik de sevgiye dayalı bir fikir sistemidir.
Bir milliyetçi her şeyden önce kucaklayıcı olmalıdır. Öncelikle, yıllarca beraber çalıştığı, aynı fikri paylaştığı, kader birliği ettiği insanları kucaklamalıdır. Eğer bir milliyetçi uzun süre birlikte çalıştığı, yıllarca görev verdiği insanları şu veya bu sebeple bir anda kapı dışarı ederse veya hainlikle suçlarsa bu iki şekilde yorumlanabilir.
Birinci yorum şudur: Bu davranışta bulunan kişi ihtiraslıdır ve ihtirasını davanın üstünde tutmaktadır. İhtirasına engel olarak gördüğü kişileri de bir şekilde uzaklaştırmaktadır.
İkinci yorum da şudur: Dışladığı kimseler hakkında ileri sürdüğü, hainliğe kadar varan suçlamalar doğrudur. Ancak bu yorumun suçlayan için de ciddi bir sonucu vardır. Demek ki belli bir makamı elinde tutan suçlayıcı, hain dediği kişilerle yıllarca birlikte çalışmıştır. Ya o da onlar gibi haindir, ya da yıllarca onların hainliklerini fark etmeyen bir gafildir.
Yukarıdaki satırlar işin mantıki tarafı. Ama hepimiz biliyoruz ki bu işin bir de duygu tarafı var. Duygunun temelinde de elbette sevgi olmalı. Üstelik biz "sevgi" temeli üzerine kurulmuş bir davanın savunucularıyız. Öncelikle, birlikte çalıştığımız dava arkadaşlarımızı sevmemiz ve onları şefkatle kucaklamamız gerekmez mi? (Son cümledeki bir kelimeye lütfen takılmayın.) Sonra da... Sonra da mademki biz millet sevgisi üzerine kurulmuş bir fikrin sahibiyiz, milletimizin bütün fertlerini kucaklamalıyız değil mi? Kendi dava arkadaşlarına parmak sallayan bir yönetici, milleti nasıl sevgi ile kucaklayacak?
Bağırıp çağırmaya, öfkelenmeye, çevremizi hainler sarmış gibi evhamlanmaya hiç gerek var mı? Yapılacak iş son derece basittir. Parti içinde her fikre açık olursunuz, her görüşü dinlersiniz, bizzat kendi seçtiğiniz delegeler kurultay istiyorsa kurultay yaparsınız. "İsteyen aday olsun" dersiniz. Hatta "benim arkadaşlarımın her biri aday olmaya layıktır" dersiniz. Güzel güzel yarışırsınız. Yarışı kazanan başka biri olursa da yine sevinirsiniz; "ne güzel oldu, partimiz yenilendi, belki de bu yeni yüz(ler) davamız için daha hayırlı olur" diye düşünürsünüz. Hatta bu düşündüklerinizi yüksek sesle dile getirirsiniz. Biz de zaten sizi seviyoruz, sevgimizin üzerine "aa ne güzel, asaleti de varmış dostumuzun" deriz. Çok mu zor böyle yapmak? Yoksa "Ahmet Hoca amma da safmış" diye mi düşünüyorsunuz? Bana tabii gelen bu davranış tarzı bazılarına saflık gibi görünüyorsa eğer, benim de aklımdan "demek ki bizim dostlarımızın, dava arkadaşlarımızın birbirlerine güvenleri kalmamış" gibi düşünceler geçer.
Yoksa ben de rahmetli Galip Erdem ağabeyimizin çok meşhur olmuş şu sözlerini mi tekrarlamalıyım? "Ben, milliyetçilere rağmen milliyetçi, Müslümanlara rağmen Müslüman, dış Türklere rağmen Turancıyım." Bu hâle mi geldik sahiden? Hepimiz ne güzel, dosdoğru şeyler söylüyoruz. Türkiye'nin başında bulunan büyük tehlikeyi herkesten önce teşhis ve teşhir ediyoruz. Gerçekten ülkemiz, bölücülerin, iktidarlardan cesaret alarak cirit attığı, istihbaratın en tepesinde bulunmuş elemanların PKK ağzıyla konuştuğu çok vahim bir süreçten geçiyor. Ve bu tehlikeyi "milliyetçiler" olarak bizler görüyor, bizler dile getiriyoruz.
Hepsi güzel. Ama böyle bir tehlike karşısında bizim sımsıkı birbirimize sarılmamız gerekmiyor mu? Küçülmemiz, azalmamız değil, büyümemiz, çoğalmamız gerekmiyor mu? Davanın daha da küçülmeye, ezilmeye, aşağılanmaya tahammülü var mı? Haydi geliniz, milliyetçiliğimizin dayandığı temel duygu olan sevgi ile hareket edelim ve her şeyden önce birbirimizi sevelim. Dostça, kardeşçe yarışalım ve kazananı hep birlikte bağrımıza basalım.