Tarihte bugüne kadar devleti olmayan hiçbir toplum, güvenli bir ortamda refah içinde kısa bir sürede de olsa varlığını sürdürebilmiş değildir. Hatta güçlü ve büyük bir devlete sahip olmayan hiçbir millet yoktur ki Dünya üzerinde söz sahibi olabilsin. Ve bugün İslam topraklarında Müslümanlar perişan bir vaziyette ise bunun yegâne sebebinin, toplumuyla barışık güçlü bir devleti kurup, bunu uzun süre yaşatamamaları gerçeği yadsınmamalıdır.
Konunun İslami boyutu ise hiç de farklı değildir. Çünkü Hz. Muhammed, 622'de Hicret'in hemen ardından, Müslümanların iktisadi ve siyasi güvenliğini sağlayabilmek amacıyla ilk iş olarak, Medine'de bulunan; Yahudiler, Paganlar, Müslümanlar ve şehrin ileri gelen aileleri ile Hazrec ve Evs kabileleri arasında bir sözleşme yaparak, Müslümanların ilk devletinin temellerini atmış oluyordu.
***
Devletin varlığı ve gerekliliği her haliyle ortada iken, bunun iktisadi ve sosyal hayattaki rolünün ne olacağı temel tartışma konusu olarak karşımıza çıkmaktadır. Dünyadaki her şey mutlak bir denge ve nizam üzere iken, devletin etkinliği ve rolünde bunun aranmaması düşünülemez.
Devletin ekonomideki payının ne olması gerektiği meselesi, hem siyaset alanında hem de iktisat çevrelerinde en fazla tartışılan konulardan olduğu muhakkaktır. Bu alandaki görüş ayrılıkları; devleti ortadan kaldırmaya varına kadar ekonomiden olabildiğince uzaklaştırmayı hedefleyen Neo liberal görüş ile her şey devletin mülkiyetinde ve kontrolünde olmasını savunan, Sosyalist düşünce arasındaki iki uç noktada savrulmaktadır.
Devlet, toplumsal menfaatler için ortak düşmana karşı, toplumun müşterek değerlerden aldığı sosyal enerjiyle oluşturduğu sosyal temelli iktisadi, siyasi ve askeri bir yapılanmadır. Bu yapılanmadan hedeflenen daha güçlü olma arzusunun, somut en önemli besleyici değeri şüphesiz iktisadi faaliyetlerdir. Bundan dolayı devleti iktisadi faaliyetlerden dışlamak mümkün olmadığı gibi, tek amacı iktisadi hedefler olmadığından, ekonominin tek sorumlusu olarak da görmemek gerekir.
Bu çerçevede, tek amacı kâr maksimizasyonu ile sermaye birikimi oluşturmak olan özel sektöre piyasayı bırakarak, iktisadi ve sosyal hayatta dengeli bir yapıyı tesis edebilmek de mümkün değildir. Bu manada; kamunun piyasada dengeleyici bir ekonomik güce sahip olması gerekliliği, gıda ve stratejik alanların piyasa mantığına bırakmanın doğuracağı sıkıntılar, sosyal politikaların etkin bir şekilde yürütülebilmesi ve ayrıca eğitim, sağlık, güvenlik ve alt yapı harcamalarının ancak kamu ile amacına uygun bir şekilde icra edilebileceği gerçeği, devletin ekonomide ağırlıklı bir şekilde var olmasının zaruretini ortaya koymaktadır.
***
Bugün liberal iktisadi görüşü bütün dünyaya dayatan gelişmiş OECD ülkelerinde kamunun payı ortalama yüzde 45'ler düzeyindedir. Mesela Ülkemizde finans sektörünün % 60'tan fazlası yabancılara ait iken, Almanya'da sadece kamunun finans sektöründeki payı yüzde 80 düzeyindedir. Ayrıca, Volkswagen gibi bir dünya markası olan otomobil firması yine devletin mülkiyetindedir. Benzer şekilde Fransa'da kamu bankalarının toplam sektördeki payı yüzde 60 dolayındadır. Ayrıca Fransa'da; Air France, Renault, Fransız Telekom gibi küresel firmalar hâlâ kamunun elinde faaliyet göstermeye devam etmektedir.
Ülkemizdeki durum ise yüzde 25'lerin altına inen bir rakam ile bu ülkelerle kıyas edildiğinde, kaygı verici bir hal sergilemektedir. Vaziyet bu iken; boğaz köprülerinin, limanların, santral ve fabrikaların içinde olduğu 20'nin üzerindeki kamu mülkünün satışa çıkarılması planları, bizleri endişelendirmektedir. Çünkü bunlar da satıldığı vakit, kamunun payı iyiden iyiye küçülürken, küresel güçlerin hem hareket imkânının, hem de alanının daha da genişleyeceği gerçeği göz ardı edilmemelidir.
Bütün bunlarla birlikte, Osmanlı Devleti'nin son dönemlerinde özellikle ekonomide yabancılara verilen imkân ve imtiyazların, Cihan Devleti için nelere mal olduğunu bir kez daha hatırlamakta yarar olduğu kanaatindeyiz.