Bir önceki yazımızda enflasyon ile mücadele çerçevesinde uygulanan sıkı para politikasına karşılık, bankaların dağıttığı kredi kartı ve tüketici kredilerinin toplam talebi artırıcı etkisinin, söz konusu politikayla olan çelişkilerinden söz etmiştik.
Kabul etmeliyiz ki bahsi geçen sıkı para politikasının menfi etkileri bunlarla sınırlı değildir. Ülkemizde ısrarla uygulanan sıkı para politikası neticesinde içerideki para arzının daralması ve buna bağlı faizlerin yükselmesi, ülkeye yabancı para girişinin önünü açmaktadır. İlk aşamada kronikleşen cari açığın finansmanı için rahatlatıcı bir etki doğuran bu halin, yeterince dikkate alınmayan ekonominin geneli üzerindeki olumsuz etkileri göz ardı edilmemelidir.
Enflasyonla mücadelede ülkedeki toplam talebi kısabilmek için toplam para arzını oluşturan yerli ve yabancı bütün para arzının daraltılması gerekmektedir. Bunun yerine sadece millî para bağlamında sıkı para politikası uygulanırken, döviz girişinin teşvik edilmesi, temelde enflasyon ile mücadele politikasıyla çelişmektedir.
Öte yandan böyle bir politikanın, millî para üzerinden gelir elde eden Türk vatandaşlarının alım gücünü nispi olarak düşürücü, buna karşılık döviz üzerinden gelir elde eden yabancı ülke vatandaşlarının gelirini ise artırıcı etkisi inkâr edilemez.
Ülkemizle birlikte birçok gelişmekte olan ülkede yaşanan; arazilerin, üretim tesislerinin ve finans kurumlarının yabancıların eline geçmesi ve ortaya çıkan ekonomideki yabancılaşmanın, bunun en bariz yansıması olduğunu ifade etmek yanlış olmasa gerek.
Bütün bunlarla birlikte, uygulanan millî para temelli sıkı para politikasıyla faizlerin yükselmesi ülkedeki yabancı paranın bollaşmasına, bu da döviz kurunun düşmesine yol açmaktadır. Kurdaki bu düşüşle, ülkenin dış ticaretteki rekabet gücü zayıflarken, ithalatı artmakta ve ihracatı da azalmaktadır. Nihayetinde dış açığın artmasına neden olan bu gelişmenin; ülkede üretimin ve istihdamın daralmasına neden olurken, cari açıktaki büyümeye bağlı olarak, dış borcun artmasına yol açtığı da göz ardı edilemez.
Bunlarla birlikte, gelişmiş ülkelerin ihracatlarında devamlılığı sağlayabilmeleri, ithalatçı ülkelerdeki gelir yetersizliğinden kaynaklanan talep sıkışıklığının giderilmesini bu da ilgili ülkelere mal ve hizmet ihracatından evvel para (sermaye) ihracatı yapılmasını zorunlu kılmaktadır. Bu sebepten dolayı gelişmiş ülkeler, az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelere, önce para satarak faiz geliri elde ederken, ardından mal ve hizmet ihraç etmek suretiyle kâr sağlayarak, iki sefer kazanmaktadırlar. Buna karşılık olayın en dikkat çekici tarafı; ülkemizde henüz kazanılmayan para ile üretilmeyen malların ithal edilerek yapılan tüketimin, gerçek bir refah artışıymış gibi algılanmasıdır!
Konunun bir başka boyutu ise ülkede yeni yatırımlar için gerekli olan ilave kaynağın, sadece dış kaynakla yapılabilir gibi bir yanlış algı oluşturulmasıdır. Oysa yeni bir yatırım için tasarruf ve emisyona dayalı millî para eksenli kaynak ile ihracat, borç ve mülk satışına dayalı döviz merkezli dış kaynağın, herhangi bir farkı bulunmamaktadır. Hatta her ikisi için ülkede talebe dayalı enflasyonist baskı oluşturması yönünden de farkından söz etmek mümkün değildir.
Bu çerçevede elde edilme sürecinde, kâğıt ve boya masrafından başka bir maliyeti bulunmayan millî para arzını, sıkı para politikası uygulamak gerekçesiyle daraltarak; onun yerine faiz, mülk ya da mal satışı gibi ciddi bedeller ödemeyi zorunlu kılan, yabancıların hâkimiyet alanını genişleten ve ülke geleceğini tehdit eden yabancı para kullanmanın iktisadi bir açıklamasının olmadığı kanaatindeyiz.