Yaşadığımız bu dünya için insanın temel gayesinin; sahip olduğu değerler çerçevesinde; güven, huzur ve refah içinde bir hayat sürdürebilmek olduğu muhakkaktır. Böyle bir hayat tarzının sürdürülmesinde iktisadi faaliyetlerin önemli bir yeri olduğu muhakkaktır. Çünkü insanın gerek bedenen, gerekse ruhen sahip olduğu değerlerle varlığını sürdürebilmesi, ancak emeğiyle üretebildikleri ölçüsünde mümkündür. Ayrıca aklı ve zekâsıyla eşrefi mahlûkat olma şansına sahip olan insan, sahip olduğu bu yetilerini doğru bir biçimde kullanmak suretiyle, sahiplendiği değerler nispetinde de kıymet kazanmaktadır.
Bu manada milletlerin iktisadi hayatlarını ve sistemlerini sahip olduğu değerlerden ayrı düşünmek mümkün değildir. Yayılmacı ve sömürgeci Batı'nın türetip, serbest rekabet ve özgürlük gibi hoş kavramlarla dünyaya dayattığı kapitalist iktisadi yaklaşımla, eşitlikçi söylemle türevi olan sosyalist iktisadi felsefenin her ikisinde de esasen emeğin ürünü olan serveti paylaşmak yerine, tam tersi güçlünün elinde biriktirmeyi temel amaç edinildiği görülmektedir.
Vererek huzuru yakalamak...
Her iki iktisadi sistem, birbirinin alternatifi gibi lanse edilse de beslendiği değerler topluluğu aynı olduğundan nihayetinde ortaya konan düşüncenin de farklı olması mümkün değildir. Çünkü Kapitalist Sistem sermayenin, hep güçlüden yana olan rekabetçi bir ortamda bireyde birikimini öngörürken, Sosyalist Sistem ise kontrolcü bir yapıyla bütün servetin devlet aygıtında toplanmasını öngörmektedir.
Merkezi İngiltere'de bulunan ve bir yardım kuruluşu olarak faaliyet gösteren Oxfam Grubu tarafından yapılan araştırmaya göre; Dünyada en zengin yüzde 1'lik kesimin serveti, 2009'da toplam dünya servetinin yüzde 44'ü iken, bu oran 2014'te yüzde 48'e yükselmiş ve 2016'da, küresel servetin yarısından fazlasına ulaşacağı öngörülmektedir.
Ancak buna karşılık, Ahilik düşüncesinin ortaya koyduğu iktisadi sistemde hedef, Kapitalizmde olduğu gibi kâr maksimizasyonu yaparak sermaye birikimi oluşturmak değil; gerek üretimle, gerekse elde edilen gelirle insanlara faydalı olabilmektir. Bu çerçevede ortaya çıkan gelirin ihtiyaçtan fazlasının ihtiyaç sahiplerine dağıtılması temel ilke edinilmiştir. Görüldüğü gibi Ahilik düşüncesinde hedef, rakibini ortadan kaldırarak daha çok zengin olmak değil, bilakis "veren el alan elden üstündür" düsturu ile vererek huzuru yakalamak amaç edinilmiştir.
Böylesi toplumsal bir yapının inşası için bir Ahi'de mutlak surette bulunmaması gereken davranışların bazılarını; içki içmek, zina yapmak, münafıklık, dedikodu, iftira etmek, gururlanmak, merhametsizlik, kıskançlıkta bulunmak, kin beslemek, sözünde durmamak, yalan söylemek, emanete hıyanet etmek, başkasının ayıbını örtmemek, cimrilik, miskinlik ve adam öldürmek... şeklinde sıralamak mümkündür.
Bugün içinde yaşadığımız dünyada hayallerimizi dahi zorlayan böyle bir sosyal yapıyla, Müslüman Türk Milleti'nin, sanki ikinci bir Asr-ı Saadet dönemi oluşturduğunu kabul etmek durumundayız. Bu noktada hepimizin cevabını bulması gereken soru: "Nasıl oldu da bu necip Millet o halde bu hale gelebildi?"
Konunun kaygı veren tarafı, bu ülkede muhafazakâr kesimin Sosyalist iktisadi düşünceyi; "Bir Müslüman, solcu ya da sosyalist olamaz" anlayışıyla büyük ölçüde İslami kaygılarla reddederken, aynı kültürün ürünü olan ve ilkeleri hiçbir şekilde İslami değerlerle bağdaşmayan Kapitalizme karşı aynı mesafeli duruşu ortaya koyamamasıdır.