Müdahale hakkı, uluslararası hukuk ve siyasi arenada özellikle Sovyetler Birliği’nin dağılması ile tartışılan bir kavram haline gelmiştir. Öncelikle 80’li yıllardan sonra insan hakları konusundaki ihlaller, katliam ve etnik temizlik gibi eylemlere karşı insani yönden müdahale hakkı kavramı geliştirilmeye başlanmıştır. Böylece bu kavram baz alınarak özellikle Afganistan ve Balkanlara müdahale edildi.
11 Eylül 2001 İkiz Kuleler’e yapılan saldırıdan sonra müdahale hakkının kapsamı ABD tarafından daha da genişletilmiştir. Bu defa önlem almak için müdahale tabirini kullanmaya başlamışlardır. Şöyle ki bir saldırı veya tehdit ihtimali varsa saldırı gerçekleşmeden önce müdahalenin meşruiyetinin kabul edilebileceği kanaati hasıl olmaya başlamıştır. Yani başka bir ifade ile saldırı gerçekleştikten sonra müdahale etmenin bir anlamı olmayacağı gibi yararının da ölçüsü tartışılabilir hale gelmiştir. Bu itibarla Amerikalılara göre tehdit veya saldırı olabilirse o tehdidin gerçekleşmesini beklemeden müdahale etmek meşru sayılmaktadır. İşte 2003’te Irak’a ve 2011’de Libya’ya yapılan müdahaleler bunlara birer örnek teşkil etmektedir.
Günümüzde, müdahalenin askeri boyutunun yanında siyasi ve ekonomik yönden caydırıcı yönü sıkça kullanılmaktadır. Hali hazırda Irak’ın genelinde ve özellikle Türkmeneli bölgesinde yaşanan olumsuz ve kaygı verici gelişmelerle ilgili olarak Türkiye, bilinen nedenlerden dolayı herhangi bir müdahale haklarını kullanamamaktadır. Diğer taraftan Kerkük kapılarına dayanan IŞİD militanlarının, peşmerge kontrolünde olan söz konusu şehre saldırmak için uygun bir zamanı bekledikleri iddia edilmektedir.
Bu açıklamalardan çıkarılacak sonuç ise Irak’ta bazı bölgeler başta olmak üzere özellikle Telafer, Beşir gibi Türkmen bölgelerinde çatışmaların devam etmesi halinde ve Kerkük’ün bir saldırıya maruz kalacağı varsayıldığı takdirde ortada hem saldırı hem de tehdit unsurunun fiilen varlığının olması uluslararası hukuk açısından bir müdahale hakkını meşru kılmaktadır. Ardı ardına gelişmelere yenileri eklenirken özellikle Kerkük’te teröristler tarafından saldırılar sonucu şehit düşen Türkmen öncüleri ve Telafer, Beşir gibi bölgelerde çatışmaların devam etmesi de Irak’ın yeni bir kaosa sürüklendiğini göstermektedir.
Öte yandan birkaç gün önce Bölgesel Kürt Yönetim Başbakanı Neçirvan Barzani’nin Ankara’ya yapmış olduğu ziyaretin aynı gününde Mesud Barzani’nin Kerkük’e yapmış olduğu ziyaretin düşündürücü olmasının yanı sıra Barzani’nin; Kerkük şehrinin Kürdistan bölgesinin bir parçası olduğunu açıklamasının devamında demografik yapısı Kürtler tarafından ihlal edilmiş Kerkük ile ilgili süresini kaybeden anayasanın 140. maddesini canlandırmak istemesi, tartışmalı bölgeler durumunda bulunan Kerkük’ü oldu bittiye getirmek isteğini açıkça ortaya koymaktadır.
Diğer taraftan Irak ordusu, IŞİD’in işgal ettiği Tikrit ilçesini geri almak için giriştiği taarruzun Musul ve Telafer gibi diğer bölgelere de sıçraması halinde Irak’ın artık bir iç savaşa gireceği ve ikinci bir Suriye örneğinin yaşanacağı göz ardı edilmemelidir. Türkiye’nin bu gelişmeler doğrultusunda yapmış olduğu çalışmaların elbette mahremiyeti vardır. Ulu orta deşifre edilmesinin sakıncalı olduğunu kabul etmekle birlikte Türkmeneli bölgesinde yaşanabilecek katliamları önlemek amacıyla Türkiye’nin caydırıcı olabilme yönünü dünya kamuoyuna ilan etmesinin doğru olacağı kanaatindeyim. Türkiye, Irak’ta caydırıcılığını kaybederse Orta Doğu’da da kaybeder.
Son olarak yine Türkmenlere gelince, bugün Irak’taki Türkmenlerin her şeye rağmen öncelikle morale ihtiyacı vardır.