Türkiye’nin egemenliği ve ulusal güvenliğine yönelik terör tehdidi ve herhangi bir güvenlik riskine karşı Türk Silahlı Kuvvetlerini yabancı ülkelere sevk etme ve yabancı askerlerin Türkiye’de bulunmasına izin veren tezkere, 2 Ekim 2014 tarihinde MHP’nin katkısı ile 298 oyla TBMM’den geçti. Hem Irak’ı hem de Suriye’yi kapsayan bu tezkere ile ilgili olarak sonuçları ortada olan ünlü 1 Mart 2003 ve 1990 yılındaki körfez krizinde olduğu gibi bir dizi tartışmalar, gösteriler, farklı ve belirli noktalara odaklanmış yorumlar yine Ankara’nın gündemini işgal etmektedir.
1990 yılındaki Körfez Savaşı sonucunda Ankara’nın kısmen müdahil olmasına rağmen Irak’ın kuzeyinde güvenli bölge ihdas edilmiştir. 1 Mart 2003’te ise tezkerenin AKP’nin 3’te 1’inin red oyu vermesi sonucunda hem güvenli bölge defacto halini aldı hem de PKK güçlenerek bölgeye yerleşti ve Türk - ABD ilişkileri de dibe vurdu.
Burada bir anımı anlatmadan geçemeyeceğim. 2003 yılı Şubat ayında Türkmenleri temsilen katıldığım Irak Muhalifleri tarafından Irak’ın Selahaddin kentinde yapılan toplantı sırasında Barzani “TBMM’de kendisini destekleyen 70 milletvekili olduğu için 1 Mart’ta yapılacak tezkerenin geçmeyeceğini” iddia etmişti.
Türkiye’nin ulusal güvenliği ve geleceğini ilgilendiren konularda bütün partilerin bir bütünlük içerisinde meseleye bakmaları gerekmektedir. Bugün üzerinde tartışılan konunun perde arkasında ne IŞİD var ne yaygara kopartılan Kobani ne de Esad var. Krizin ana hedefi Irak’ta olduğu gibi Suriye’nin kuzeyinde PKK ve uzantısı olan PYD denetiminde bölgesel yönetim oluşturmaktır. Bilindiği üzere güvenli bölge konusu yaklaşık 3,5 yıl önce Suriye iç savaşının ilk aylarında gündeme gelmiş ve Türkiye’nin de sıcak takibe girmesi istenmiştir. Ancak, o dönemde Ankara bir yandan Türkiye’nin güvenliği, diğer yandan Esad’ın kısa sürede devrileceği düşüncesi başta olmak üzere diğer çeşitli sebeplerden dolayı bu fikri askıya almıştır.
Küresel güçler tarafından başlatılan IŞİD operasyonu ile ilgili olarak Irak’ta yaşananlara tanık olduk ve ABD’nin müdahalesi ile Erbil ve Bağdat rahat nefes alabildi. Şimdi de Suriye ayağıyla ilgili olarak bazıları tarafından Türkiye’nin müdahil olmaması yani bölgeye Türkiye değil Amerika’nın müdahil olması istenmektedir.
Krizin Suriye’ye taşınmasıyla ana muhalefet partisi tarafından ilk günlerde yapılan açıklamalarda Türkiye’nin Batıyla paralel hareket etmesi gerektiği vurgulanırken şimdi ise Batılı güçlerle birlikte askeri harekatın yanlış olduğu ileri sürülmektedir. Bazı radikal islamcılar ise aynı görüşü paylaşıyor olmakla birlikte Türkiye’nin Arap dünyasında imaj ve itibarının zedeleneceği görüşündedirler. Bu gruplar Arap dünyasının Amerika ile koalisyon içerisinde olduklarından habersizdirler.
HDP ise birbiriyle çelişen açıklamalar yapmakta ve açıkça ifade etmek gerekirse PYD yani bir yerde PKK güçlerinin Kobani üzerinde hakimiyet kurması istenmektedir. Bu nedenle önceleri sınır kapılarının açılmasını istemişler daha sonra açılınca ise Türk askerine taş atmışlardır. Daha sonra sanki TSK sınırı savunmaktan acizmiş gibi sınıra hep beraber gidip savunulması gerektiğinden bahsetmiş ve son olarak da Rojava’da katliam yapıldığı ve buna karşılık Türkiye’nin neden müdahale etmediğini sorgulamışlardır. Şimdi tezkereden sonra Türkiye’nin Rojava’yı işgal edeceği iddia ediliyor ve çözüm sürecine sığınarak güneydoğuda istenmeyen olaylar yaşanmaktadır. En ilginci ise Kobani düşerse Kerkük düşecekmiş. Şu anda Kürt işgali altında olan Kerkük sanki bir Kürt şehriymiş gibi lanse edilmektedir.
Türkiye sınırları içerisinde yer alan Mürşitpınar köyünün hemen karşısında asıl adı Ayn El Arab (Arap Pınarı) olan Kobani köyünün % 30’ından fazlası Arap ve Türkmenlerden oluşmaktadır. Yani bu kasaba sadece Kürtlere ait değildir. Kurulacak güvenli bölgede hem Araplar, hem Kürtler ve hem de Türkmenler söz sahibi olmalıdırlar. Öte yandan 3 Ekim 2014 tarihinde BM tarafından Irak Türkmenlerine güvenli bölge ihdası ile güvenliklerinin sağlanmasının gerekli olduğu bildirilmiştir. Tezkere Irak’ı da içine aldığına göre, Irak’ta da Türkmenlerin söz sahibi olacağı bir güvenli bölge ihdas edileceğini ümit etmekteyiz.
Türkiye hem kendi güvenliği hem de Suriyeli Kürt - Arap - Türkmen güvenliği açısından IŞİD’e karşı Batılı müttefiklerle dayanışma içerisinde hareket etmelidir.