Geçenlerde arkadaşlarla kısa bir sohbet sırasında başımdan geçmiş ve etkileri halen de süren, beni zaman zaman sıkıntılara gark eden dertleri naklederken birlikte gülme krizlerine girdik. Anlatırken gülmeye başlıyordum. Hemen ardından da arkadaşlar katılıyordu bana. Sabah saatlerinin o esneme hallerinden insanları gülerek çıkarmış, güne daha bir enerjiyle başlama şansını sunmuştum diye düşündüm ayrıldıktan sonra. Ancak bazı terslikler de olurdu bu işlerde. Çoğu insan ketumdu. Konuşmazlardı. Bunların çoğunun hayatlarında tam olarak neler olup bittiğini, hangi kırılmaların canlarını yaktığını bilmiyordum. Tahmin edebiliyordum elbette, ancak bilmiyordum. Sizi can kulağıyla dinler, gülmekten yerlere yatarlardı. Ancak kendilerini anlatmazlardı. Gerçek kişiliklerini ele verecek şeyleri dile getirmekten itinayla kaçarlardı. Bazıları ise ettiğiniz kelamı bir kenara yazar ve günü geldiğinde ondan yarar sağlamaya çalışırdı. Bu insanlar kendilerinden korkardı. İç dünyalarında süren savaştan kimselerin haberi olmamasına inanılmaz özen gösterirlerdi. Ancak başkalarıyla pek ilgiliydiler. Hayatlarını saklanarak yaşıyorlardı, kendilerinden ve mümkünse herkesten. Ve bir ömür sürerdi bu iş. Korkunç diye geçirdim içimden yolda adımlarımı "rahat adım marş" moduna geçirirken. Ve bir soru: Ben doğrusunu mu yapıyordum?
Olabilir dedim. Ve devam: Ayrıca doğru ne kadar da göreceli bir kavram, değil mi?
Kısa bir suskunluktan sonra şöyle bir soru daha geldi:
Sıkıntılarını gülme malzemesi haline getirmek seni yeni sıkıntılara sokmaz mı? Umuma bu kadar açılmak doğru mu? Uzun yıllar yatırım yaptığım iç dünyamın yardımına başvurdum. Hiç de şikayetçi değildi kendisini ele vermemden...
Ve sonra o koruyan ve kollayan baba cümleler eşlik etti yürüyüşe:
"Hayat ve kendisiyle dalgasını geçemeyen insanın bu dünyada işi zordur. Ve dertlerinle dalganı geç ki, etkileri azaldıkça azalsın…"
*
BEYEFENDİ
Ülkenin gerçek sahibi kimmiş?
Bir adam için, ne ağzını bozmak gerektir ne de canını sıkmak, saatler gece yarısına yaklaşırken. Ancak diye öfkeyle tısladı içinden Beyefendi, bu adam ya büyük bir insan kitlesini öyle ya da böyle temsil eden bir prototipse... O insanlar da bu adam gibi düşünüyorsa… Ettiği o kemikli, yutulması zor, kıymetsiz, ama bir yandan da ilkel bir zihniyeti granitten halk edilmiş bir abide gibi karşına dikiyorsa, ne demek iktiza eder?
Adam bir gazeteci. Hem gazeteci hem de bir siyasi siyasi partinin Parti Meclisi üyesi… Ve tabii ki tarafsız! Partinin yöneticisi. Karar mekanizmasında teorik olarak. Liderleri ağzından demokrasi ve özgürlüğü düşürmüyor. Daha o sabah maruz kalmışlığı vardı bu iri kıyım, köşeli laflara Beyefendi. Ve akıllı telefonuna o paylaşım düştü gecenin bir vaktinde… Okudu… Birkaç kez daha okudu; bu tanıdık adamın o üsten bakan, öfkeli, tuhaf, bölücü ve tepeden tırnağa sorunlu paylaşımını…
Siyasete girme, uzak dur dedi sağ duyu. Ama bu siyaset değil ki diye çıkıştı Beyefendi! Bu benim hayatım... Devam... Şöyle diyordu yönetici:
"Kılıçdaroğlu'nun önüne atılan mermi, aynı zamanda, bu ülkenin gerçek sahibi, Cumhuriyet ve Atatürk ilkelerinin yılmaz savunucusu CHP'ye oy veren 12 milyon seçmene de yönelik bir tehdittir…"
Laf salatası devam ediyor, ancak buraya almanın gereği yok diye düşündü Beyefendi, bu yeterli... Yüzünü ekşitti. Bu "gerçek sahip" lafını evirip çevirdi zihninde. Ve dedi ki: Sen ki liberal demokrat bir fani sayılırsın bu vatan toprağında. Bu iş, ne iş! Demek ki, sen ve de bu arkadaş gibi düşünmeyen yüzde seksene yakın bir kitle bu memlekette "gerçek sahip" değilmiş…
"Bu beylerin zihnindeki eşitlik, özgürlük, demokrasi, hak, hukuk, adalet böyle bir şey işte" cümlesini öfkeyle tekrarladı birkaç kez Beyefendi...
*
FOTOHABER
Adam boylu boyunca uzanmadan evvel sol ayağındaki ayakkabıyı çıkarıyor. Sonra özenle başının altına yerleştiriyor. Sıra geliyor tespihe. Onu da koluna geçiriyor ve uzanıyor keyifle. Elleri de göbeğin hizasında kavuşturdun mu değme keyfe. Eh, bu durumda da bir süre kestirmenin kime zararı olur ki... Efendim millet ne der? Kimin umurunda ki...
*
OKUYUNUZ
Günübirliğine yaşayan yoksul, sevecen bir genç adam... Onun dünyasında yavaş yavaş, adım adım, neredeyse kendiliğinden kurulan ama hiçbir zaman sonu belli olmayan dostluk ve aşk ilişkileri... O kendine özgü dünyada kısa süren sevinçler, kolay kolay dışa vurulmayan kuşkular ve acılar birbirini takip eder... Tüm bunları yansıtırken bizde tam bir gerçeklik izlenimi uyandıran alabildiğine yalın, ama aynı ölçüde duyarlı ve şiirsel bir dille yazılmış, "En Uzağından Unutuşun" romanı...
*
İŞTE O KADAR
İnsanların deli dedikleri şey, tek kişilik bir azınlıktı belki de...
George Orwell