Seksenli yılların ortalarına doğru, bir meslektaşımızın yolu Paris’e düşer. Kendisi gazetecidir ve bir olanak yakalamıştır. Ünlü Fransız gazetesi Le Monde’da yaklaşık 6 ay kadar bir süre staj yapacaktır. Adettendir ve de meslekte beklenir; şayet yol oralara düşerse, elbette ki bizim Anadolu’nun köy ve kasabalarından kopup ekmek için bu yabancı diyarlara kendini atmış Türk vatandaşlarıyla da temasa geçmek gerekir. Meslektaş da bunu yapıyor çok geçmeden. Altmışlı ve yetmişli yıllarda İç Anadolu illerinden birinden çıkıp Paris’e yerleşmiş Türk vatandaşları meslektaşı sohbete davet eder. Aynı zamanda da yemek de ikram edilecektir. Paris akşamlarının birinde bir restorantta buluşurlar. Epey bir süre Türkiye’de olup bitenlerden konuşulur. Gazeteci genç bile olsa can kulağıyla dinlenir. Zira o zamanlar gazeteci milleti itibarlıdır, sözüne güvenilir. Yalandan dolandan olabildiği kadar uzak duran insandır gazeteci. Sohbet ilerledikçe sorularının sayısı artar gurbetçi Türklerin.
Yemeğe katılanlar TIR satın almak ve çalıştırıp para kazanma derdindedir ve bunun için de bir araya gelip eldeki olanakları birleştirerek dernek türü bir oluşuma gitmişler. Umutları o ki, zamanla yeterli parayı bulacak ve Fransa’da, belki de koca kıtada taşımacılık yaparak geçimlerini sağlayacaklardır.
Yemeğin bir yerinde bizim genç meslektaş, uzun masanın başındaki vatandaştan işaretle bir şişeyi uzatmasını ister. Gurbetçi sözcüğün ne anlama geldiğini bilmemektedir. Meslektaşa tam olarak neyi istediğini sorar.
“Hardal’ı uzatır mısınız lütfen” der meslektaş. O da ne gibilerinden bakar, yaklaşık on yıl önce Paris’e gelmiş gurbetçi. Eliyle şişeyi gösterir meslektaş bu kez.
“Ha, o mu” diye şaşkınlığını gösterir gurbetçi, “biz ona burada ‘mutar’ deriz yahu...” İyi Fransızca bilen meslektaşın keyifli ve saygılı bir gülümseme yayılır yüz hatlarına. Hardalın Fransızcası “Moutard” dır ve mutar gibi okunmaktadır.
Devam eder gurbetçi: “Bizim oralarda hardal mardal bilmezdik, nereden bilelim. Burada gördük onu. Fransızlar mutar der ona işte...”
Bir anı bile ne çok şey getiriyor insanın aklına bu günlerde diye geçiyor içimden, meslektaş anlatımını bitirdiğinde... Günümüzün Avrupası ve oralarda yaşayan Türkler... Irkçılık... Uyum sorunları... Kapılardan çevrilen mülteciler... Bombalar... İşsizlik...
BEYEFENDİ
Tünel-Taksim ve Taksim-Tünel
UğUrsUzbir tip kendini göstere göstere yürüdü İstiklal Caddesi’nde. Sonra hedefi için en uygun yerde ol duğuna karar vererek patlattı kendini. Ve ölümler, yaralılar, yaşam öyküleri, gerçekleşmemiş hayaller ve dramlar kaldı geriye. Beş gün kadar sonra sabah saatlerinde defalarca izledi görüntüleri Beyefendi ve akşam saatlerine yakın, Tünel’de indi metrodan. Ağır adımlarla, sessizce süzüldü yürüyen merdivenlerden yer yüzüne doğru. Dışarıya çıktığında hava serindi hafiften. Ortalığı kokladı. Yılların İstiklal Caddesi dedi içinden sonra... Çoğu zaman yaptığı gibi bir eli cebindeydi. Diğerini ise denge unsuru olarak yanında özgür bırakmıştı. Yürüyüşe geçti, tam kırk yıllık nice anıyı da birlikte sürükleyerek. Kitabevlerinin vitrinlerine, pastanelere, çay içebileceği mekanlara baktı. Kırk yıldır tanıdığı mekanlardaydı, evindeydi bile diyebilirdik, ancak belli belirsiz bir tedirginlik gelip çöküyordu ruhuna yürürken. İstanbul’u bir dünya kenti yapan her kılıktan, dinden, mezhepten, inançlı, inançsız, her milletten insanı yürüyüş güzergahında görmek, azıcık da olsa ısıttı içini sonra. İstanbul artık biraz daha İstanbul diye mırıldandı. Ve yazık diye hayıflandı... Yukarıya Taksim’e doğru devam etti. Galatasaray Lisesi’nin orada, sayısız anının, eski zaman sevgililerine verilen randevuların tam adresinde biraz dikildi. Ve devam... Bir kitabevine girip çıktı. Sokakta birkaç şans oyunu kuponu aldı. Tanıdık birkaç kişiyle selamlaşarak devam etti yola. Ve o birkaç kişinin bakışlarındaki tedirginlik acıttı içini. Sonra canlı bombanın kendini infilak ettirdiği sokağa göz ucuyla baktı. Ürperdi ister istemez. Oralara yakın bir yerlerde arada bir çay içerdi, girmekten vazgeçti. Sokak girişlerine dikkatle baktı. Kalabalığı eski insan seliyle karşılaştırıp iç geçirdi. Fransız konsolosluk binasının oradan meydana çıktı. Meydan da değişiyordu artık, eski meydan değildi. Cebinden sigara niyetine bir sakız çıkarıp ağzına attı. Kaputunun yakasını kaldırdı, sonra omuzlarını hafiften öne eğdi. Ve bu kez kararlı adımlarla Tünel’e doğru yürüyüşe geçti. “Hayat her şeyden büyüktür” diye tekrarladı içinden eski mekanları geride bırakırken.
Ve birden eski günlere çok az zaman kaldığını duyumsadı caddede. Hayatın sel gibi akıp gittiği o neşeli, cıvıl cıvıl, gürültülü, karmaşa içindeki günlere...
İŞTE O KADAR
Kar taneleri ne güzel anlatıyor birbirlerine zarar vermeden de yol almanın mümkün olduğunu.
FOTO HABER
Onca açlık çeken insan varken...
İstanbul sokaklarında bir çöpkonteyneri. Ve siyah büyük bir çöp
torbasının içinde neredeyse hiç dokunulmamış, ucundan kıyısından yenmemiş bir ekmek... Gözüm takılıyor ekmeğe. Sonra zihnim harekete geçerek, ta uzak geçmişten bu yana bir tarama yapıyor. Dedelerimin Çanakkale savunmasında çektikleri açlık... Bir dilim ekmek bulurum umuduyla çöpleri karıştıran savaş mağduru kadınlar... Bebeğini aç uyutmak zorunda kalan anneler... Ülkemize sığınan, itilip kakılan bir milyon mülteci çocuğun bakışlarındaki o açlık... Sokaklarda uzanan küçük elleri... Ve iyi zamanlarında yaşayan insanların umarsızca çöpe attıkları bütün bir ekmek...
ANADOLUDAN...
Çok da, az da derttir!
Yaşlı kadının beyaz saçlarından bir bukle, başına bağladığı yaşmağın altından sarkarak, rüzgarın fiskeleriyle hafiften dalgalanıyor alnında. Çok uzak geçmişinden, sert yaşanmışlıklardan söz ediyor. Sonra birden anımsamış gibi günümüze dönüyor ve yaşadığı ilçedeki bir olayı aktarıyor. Az da olsa varlıklı bir adamcağızın özene bezene yaptırdığı, emek verdiği “o güzelim yayla evini yaktılar oğlum” diyor hüzünle.Anlattığına göre, adam haram yememiş, çok çalışmış, eline geçen küçük fırsatları iyi değerlendirerek birkaç kalem mülk edinmiş. İnsanlara kötülük etmediği gibi, beş genci de üniversitedeokutmuş. İşte bu adamın yayla evini yakmış birkaç serseri... Adamların geçerli bir
nedeninin olup olmayacağını soruyorum. “Hayır,” diyor kendinden emin bir tavırla,
“bunca zamanda öğrendiğim bir şeyler vardır elbet benim de. İnsanlar çok tuhaf be oğlum. Malın mülkün olmaz, ayıplar, kınarlar. Olunca da işte saniye sustuk ikimiz de. İlkokula bile gitmemiş bir yaşlı anadan, iyi bir ders daha aldığımı düşündüm sonra...
*****************