Öyle insanlar var ki, sanki kendileri hariç herkesi güldürmek için yaratılmışlardır. Kimisi geçim kapısı olarak bakar insan güldürme işine. Kimisinin ise mesleği değildir güldürmek. Bu insanlar paramızı almadan güldürür bizleri. Konuşmaları, hareketleri, tarzları, giyimleri, yaşam biçimleriyle aykırı, gülünesi insanlardır bunlar. Onlar bize çok iyi gelir. Hayatın gerçeklerinin canımızı yaktığı zamanlarda şiddetle ihtiyaç duyarız bu insanlara. Bizi güldürmelerini, dertlerimizi kısa bir zaman için de olsa alıp götürmelerini bekleriz. Peki, ama bu bize iyi gelen, hayatlarımıza renk katan insanları tanıyor muyuz acaba? Veya böyle bir çabamız oldu mu? Kaçımız merak ettik bu insanların iç dünyalarını? Acaba neden insanları güldürme ihtiyacı hissederler? Neden zor bir sanat dalında ısrar ederler?
İnsanları güldürmek zor işlerden biridir. Kıvrak bir zekayı gerektirir en başta. Ve kıvrak bir zeka, dost olduğu kadar, düşmandır da insana. Ne yapar eder, harekete geçirir insanı o zeka ve olmadık dertler sararsınız başınıza. Bu insanların bizlere göstermedikleri bir başka yüzleri daha vardır kuşkusuz. Acaba o yüzlerinde, kişiliklerinin bizler için o flu alanında neler olup bitmektedir?
Pek sık yaşanmasa da arada bir başarılı ve varlıklı bir komedyenin intihar haberini aldığımızda, üzerinde ciddi olarak düşünür müyüz bu işin? Bizleri kırıp geçiren, hayat dolu, kendisi dahil her şeyi tiye alan bir insan neden eninde sonunda gideceği öteki tarafa bir an önce gitmeyi yeğler?
Bu insanların derdi ne? Acaba bizleri güldürmeye çalışırken, içlerinin bir başka tarafı gözyaşı mı döküyordur?
Kim bilir, belki de içlerindeki asla kapanmayacak yaralardan kaçmak için insanları güldürmeyi seçiyorlar. Belki de bizlerin gülüşleriyle onlar da kendi yaralarına merhem sürmüş oluyor. Derler ki gülmekle ağlamak ikiz kardeşlermiş. Ve her ikisi de bir komedyenin iç dünyasının ayrılmaz parçalarıymış. Ve işi insanları güldürmek olan komedyen, kendisinin bir daha gülemeyeceğine adı gibi inandığında gitmeye karar verirmiş bu dünyadan...
2014 yılında yaşamına son veren büyük usta Robin Williams’ın gidişini düşünürken, ilk elde aklıma gelenlerdi yukarıdaki satırlar...
*
BEYEFENDİ
Korkaklardan korkmak gerekir
Bu hayatta en büyük zararı korkaklardan gördüm diye söylendi içinden Beyefendi, can sıkıntısı içinde. Hayatı yaşarken neredeyse attığınız her adımda rastlarsınız bu insanlara. Kaçmanız mümkün değildir. Her yerdeler çünkü. Fiziksel olarak teması kesme şansını yakalasanız bile çekirge sürüsü gibi ruhunuzu, düşüncelerini, hislerinizi, rüyalarınızı istila ederler.
Şibumi adlı harika romanın yazarı “Trevanian” namlı Rod Whitaker şöyle tanımlıyor bu insanları:
“Korkaklar her zaman cesur insanlardan daha tehlikelidir. Bir kere sayıları daha fazladır. Sonra arkadan vururlar. Ve en iyi becerdikleri de budur. Vurdukları zaman kötü vururlar. Zira sağ kalırsanız öç alacağınızdan korkarlar.”
Usta çok haklı, ancak yine de eklenecek bazı şeyler var diye söylendi...
Bir kere bu insanlarla samimi, içten konuşmalar yapamazsınız. Hemen hemen her şeyden olduğu gibi kendilerinden de korkarlar. Bu nedenle de kendileri hakkında konuşmazlar. İç dünyalarında olup biteni kimselere açamazlar.
Gerçek niyetlerini bilmediğiniz için yol arkadaşlığı yapamazsınız bunlarla. Zira ilk zora düşme durumunda kaçacaklarını bilirsiniz. Bu tiplere güvenemezsiniz. Sürekli olarak kaybetme korkusu yaşadıkları için ellerinde bulunana sımsıkı sarılırlar. Kaybetme korkusu, paylaşımdan alıkoyar bu insanları. Kaybetmenin de kazanmak gibi hayatın içinde olduğunu anlatamazsınız. Kaybetmek ölüm gibi bir şeydir bunlar için. Ve kaybetmemek için de her türden entrikaya başvururlar.
Korkak olduklarından meydan savaşı bunlara göre değildir. Sizinle düello etmezler. Her korkak gibi pusu taraftarıdırlar. Sayıları çok ve mert değiller. Savaşta bile belli kurallar varken, bunların dünyasında yoktur.
Sizi tam anlamıyla bir daha ayağa kalkmamak üzere yere sermek isterler. Ve bunun için de kural, yasa, ahlak, etik tanımazlar. Bu insanlarla gönül ilişkisine girmek demek, o elleri cebinde ıslık çalıp yanınızda yürürken sizin sırtınızda bir dağın olması gibidir mesela. O yükün altına girmekten korkar. Yükü siz taşırsınız. Ve günün birinde yükün altında kalma ihtimaliniz belirdiğinde ise korkak çoktan tüymüştür...
İşte böyle dedi Beyefendi, iyi bir kaybeden olarak ustayı dinlemende büyük yarar var...
*
OKUYUNUZ...
“Pek anlamadım. Hele konuşmanın böylesine büyük bir sorun yumağı olabileceğini hiç anlayamıyorum. Ayrıca gereksiz de buluyorum...”
“Evet, ilk bakışta, konuşmak gibi basit bir eylemin böylesine karmaşık bir şeymiş gibi ele alınması saçma. Ama ilk bakış yanıltıcı olabilir, değil mi? Sanırım sen konuşmayı tek yönlü bir aktarım olarak anlıyorsun da ondan. Hâlbuki konuşma, merkezdeki bir noktadan dışarıya akıtılan bir ifade değildir. Aksine en az iki merkez noktanın karşılıklı birbirine akmasıdır. Yani ’ego’ların kendi kabuklarını çatlatması, o zırhta yarıklar açmasıdır. Konuşmak, bu anlamda insanın kendini yenmesini de gerektirir. Yani konuşmak tehlikeli bir girişimdir. İnsanın kendi varlığını tehlikeye atmasıdır.”
“Allah Allah, şimdi de konuşmanın tehlikeli bir şey olduğunu söylüyorsun...”
*
MAZİDEN
Şiir gibi spor yazısı yazan yazara muhteşem cevap!
Galatasaray’ın UEFA kupasını aldığı yıllar ve hakemin uyduruk bir penaltısıyla Fenerbahçe’yi 1-0 yeniyor. O zamanlar Milliyet gazetesinin de içinde yer aldığı Doğan Medya Center namlı binada yemek hizmetleri veren bir şirketin görevlisi, turnikelerin başında çalışanların kartlarını basmasını denetliyor. Adam hasta Galatasaraylı. O zamanlar sıkı Fenerli efsanevi spor yazarı İslam Çupi ağabeyimiz döktürüyor! Bizim görevliye takılıyor İslam abi, yemeğe indiği sırada. Hakemin taraf tuttuğunu, uyduruk bir penaltı verdiğini, bütün takdir haklarını rakipten yana kullandığını söylüyor. Görevli itiraz edecek gibi oluyor, ancak yazar hakemi suçlamayı sürdürerek görevliyi öfkelendirmeye çalışıyor. İslam abi yeniden hakemin Galatasaray’ı kayırdığını söyleyince, bu “eğitimsiz, taşralı, cahil” denilerek burun kıvrılan görevli şöyle bir yanıt veriyor yazara, saygılı ve özgüven dolu bir gülümseme eşliğinde: “Abi sen de bilirsin, hakemler genellikle takdir haklarını büyük takımlardan yana kullanır.”
İslam abi, bir süre şaşkın bir halde bakar adama...
*
SOKAKLARDAN
Metrobüslerde gün boyu telefonda okey oynamak
Birkaç gün önce işten evine yorgun argın dönen orta yaşlarda bir dostum anlattı... Metrobüste oturacak yer bulmak zor, sabah ve akşam saatlerinde. Bir de bu işi iyice zora sokan tipler var. Yaşları yetmiş civarında 4 arkadaş sözleşerek metrobüse biniyor. Cep telefonunda okey karesini kuruyorlar. Hepsi de aynı aracın değişik yerlerine konumlanıyor. Ve bu adamlar beş altı kez, bütün güzergahı katederken, okey oynuyorlar cep telefonlarıyla. Efendim, hiç mi mola vermiyor, bu diğer yolculara saygısızlığı zirveye taşıyan adamlar? Evet, veriyorlarmış. Acıktıklarında Avcılar’daki merkez istasyonda inip yemeklerini yiyor, çaylarını içiyor ve ardından faaliyetlerine devam etmek için metrobüse atlıyorlar. Ve bu adamlar ille de oturacak bir yer buluyor. Yer bulunduğunda da mıhlanıyorlar oraya. Dostum bu hikayeyi nereden mi biliyor? Bu efendilerden biri çevresindeki insanlara hiç de aldırmadan okey partisini bir güzel anlatmış da kendisini arayan bir muhtereme...