Trende kapıya yakın bir yerde ayakta dikiliyor, fırsat bulduğumda elimdeki dergiye bakıyordum. O sıralarda tam da kapı kapanmak üzereyken sızdı içeriye otuz yaşlarındaki “temiz yüzlü” adam. Elleri yoktu. Uzun boyluydu. Giysileri ütülü ve temizdi. Saçı sakalı birbirine karışmış, hirpani kılıklı biri değildi, tıraşlıydı. Saçları düzgünce arkaya doğru taranmıştı. Bir daha baktım adama. Olmayan ellerine baktım... Nasıl bir kişisel tarihi vardı bilmiyordum elbette. Ama bir nedenle kaybetmişti ellerini. Bilek hizasından kesikti elleri. Ve iki kolunu da yukarıya kaldırmış, şekerleme ve çikolataları bedeniyle hapsetmişti. Çikolata ve şekerleme alacak insanlardan parayı tahsil edecek elleri yoktu. Ancak o bir yöntem bulmuştu. Beline bir kese iliştirmişti. Bizim millet her zaman olmasa da ihtiyacı olana yardım etmeyi sever. Genç adam saygılı bir ses tonuyla ve de düzgün bir şiveyle kucağındakileri satmaya çalışıyordu. Çok geçmeden çevresi sarıldı genç adamın. İnsanlar karınca kararınca bir şeyler satın aldı, paralarını keseye attı. Ben de birkaç şey aldım, parasını keseye attım. Sanırım beş ya da altı durak geride kalmıştı. Malzemenin yarısından çoğunu satmıştı. İki durak sonra inecektim. Bir ara kalemimi çıkarıp küçük bir not düştüm derginin kenarına. O sırada göz göze geldik onunla. Saygı ve sevgiyle gülümsedim. O da şık bir gülümsemeyle karşılık verdi. Yüz hatları ve gözlerindeki yaşam enerjisini hissettim. İçimden tebrik ettim bu adamı. Ve elimdekileri çantama yerleştirip indim durakta...
Daha hayatlarının baharında, yirmi ile otuz yaş aralığında her şeyden bıkmış, tembel, miskin, geleceksiz, hedefsiz bir hayatı sırtlarına almış, ağır aksak ilerlemeye çalışan insanların öğreneceği çok şey olmalı, bu elleri olmayan genç adamdan diye düşünüyordum istasyonda merdivenleri ağır ağır tırmanırken...
*
OKUYUNUZ...
Tolstoy’un Yaşamı, yazara büyük hayranlık duyan ve onun yazın yaşamını dönemlere ayırma gereği duymadan bütünü ile seven birinden, büyük romancı Romain Rolland’dan ona bir selam. Tolstoy, her dönemde olduğu gibi, on dokuzuncu yüzyıl sonrasında da herkesi eserleriyle birleştiriyor çünkü. Her kesimden insan onun evrenselliğinde birleşiyor, onda kendini buluyor. Romain Rolland, Lev Nikolayeviç’in yaşamını anlatırken, ona yönelik iddiaları da ele alıyor: Tolstoy başkalarının fikirlerinden etkilendi mi, kriz öncesi ve sonrası diye iki kategoride değerlendirilebilir mi?.. Büyük ustanın düşünce ve ruh dünyası hakkında epey bilgi vadediyor eser...
*
SOKAKLARDAN
Fotohayat diyelim...
Yer: Taksim’e yakın bir cadde. Birkaç gün önce. Hava soğuk. 3 arkadaş, dost, yoldaş, ergen ya da bıyığı henüz terlememiş çocuklar... Kaldırımda kediler gibi birbirilerine sokulmuş yatıyor, kestiriyorlar. Arka cenahta ise lüks yatak, yorgan ve yastıklar var... Hayat işte...
*
BEYEFENDİ
Sabah sabah depresyona girmek
Bir zamanlar epey bir yarenlik etmişliği vardı depresyonla ve bunun için de ne zaman kendilerinden söz edilse eski sıkıntılar bir şekilde kendini gösterirdi. O sabah bir yerlere uğraması gerekiyordu ve erkenden uyandı Beyefendi. Hava soğuk, ev ise ahşaptı. İçerideki sıcak dışarıya çabucak kaçarken, dışarıdaki soğuğun da içeriye dalması için fazla çaba harcamasına gerek kalmıyordu. İhtiyarlık alametlerinden biri de yün yorgan peşine düşmektir der eskiler. Evet, sonunda Beyefendi’nin de bir yün yorganı oldu. Erken uyandı dedik, ama yorganın sarıp sarmalayan sıcaklığını terk etmesi kolay olmadı. Sonunda delikanlıca bir hamleyle güç bela attı üstündeki ağır yorganı. Alt kata indi. Bu kez kemiklerindeki ısının çekip gitmemesi için ısıtıcıyı çalıştırdı. Sabah haberlerine kulak kabartmak istedi ve internet üzerinden televizyonu açtı. Becerdi bu işi ve kutladı kendini.
Ve reklamların ardından bingoooo...
İki adet, biri erkek, diğeri ise kadın olmak üzere sunucular, bir profesörü karşılarına almış depresyonu konuşuyorlar. Sabah saat 06:44 efenim bu arada! Kanala denk gelmişken, hemen kaçmak yiğitliğe sığmaz diyerek biraz kalayım dedi. Uzmanın dediklerini zaten yaşadığı için Beyefendi, pek irkilmedi, korkmadı, tedirgin olmadı. Hatta satır aralarından yeni bir şey çıkar mı diye zaman zaman kulak da kesildi mevzuya. Ne de olsa profesör biraz da olsa tanıdığı bir dertten söz ediyordu. Ancak çok geçmeden işin içinde bir tuhaflık olduğunu keşfetti. Her iki sunucu da kendilerinin depresyon hakkında ne kadar engin bilgiye sahip olduklarını kanıtlamak istercesine satırla doğrayıp duruyorlardı adamın sözlerini. Bir zamanlar bazen örtülü, bazen apaçık bir halde olmak üzere anasını ağlatan depresyonunu unutup gitti Beyefendi. Ve şöyle dedi: “Şayet kendini kanıtlamak için yırtınan bu iki tipi biraz daha dinlersen, eski dostunu yeniden davet edebilirsin. Tanrım, iki belayı neden aynı anda verirsin. Hem sabahın köründe depresyon konusu yatırılmış masaya, hem de bu iki sunucu... Bu ikisi çok fazla...”
Bilgisayarı kapattı. Çabucak hazırlıklarını yaptı ve dışarıya, hayatın olağan akışının içine attı kendini...
İŞTE O KADAR
Herkes fazlasıyla sevmiş, ben eksikleriyle de sevdim oysa... Özdemir Asaf