Adam kent soylu bir ailenin bireyi. Şimdilerde yaşı kemale ermiş bu fani Galatasaray Lisesi’ni bitiriyor. İyi bir eğitim alıyor. Sonra Boğaziçi Üniversitesi’nden dereceyle mezun oluyor. Felsefeyle, psikolojiyle, davranış bilimleriyle çok ilgili. Birkaç yıl sonra evleniyor. Bir çocuğu oluyor. Başka birçok şeyin yanında çocuk yetiştirme, daha doğrusu “çocuğu hayatın sürprizlerine hazırlama” konusunda ilginç fikirleri var. Öyle ki, eline değme feylosoflar bile su dökemez! Şimdi gelin biraz daha yakından bakalım bu arkadaşın çocuğu hazırlama taktiklerine...
Yer, evin salonu. Önce çocuğa dokunulur, karnı doyurulur, onunla oyunlar oynanır, istekleri yerine getirilir. Sevgiye doyurulur. Artık çok mutlu bir çocuk vardır babanın karşısında. Çocuk ağız dolusu güler, çevresine neşe saçarken, adamımız bir anda ışıkları söndürür. 3 yaşındaki çocuk, ne olduğuna dair sorusunu sormaya fırsat bulamadan yanağında sert bir şamar patlar. Ve çocuk dehşet içinde kalır, hıçkırmaya, büzülmeye, korkudan sığınacak bir yer aramaya başlar. Ve birkaç saniye sonra ışıkları açar baba. Çocuk hala dehşet içindedir. Ağlamaktadır. Baba ise ağlamaması gerektiğini hatırlatmaktadır. Çocuğa hayatın sürprizlerinden söz eder. Belanın çoğu zaman en beklenmedik anda çıkıp geldiğini, insanı fena sarstığını, küçüğün de buna her an hazır olması gerektiğini anlatır da anlatır... Ve de o yaştaki çocuktan bu sürprizlere hazır olması için tokat yediğini anlamasını bekler. Değişik yerlerde, zamanlarda, beklenmedik anlarda buna benzer epey sille yer çocuk bu tuhaf babadan. Çocuk yaklaşık on yaşlarındayken annesini kaybeder kanserden. Baba, dehşet içindeki çocuğu bu şekilde hayata hazırlamaktan vazgeçerek ona bakması için bir kadın tutar. Bir yıl kadar sonra evlenir. Çocuk bu kez de üvey anne elinde kalır. Adam eşinin ölümünden kendini sorumlu tutar ve derdini rakı kadehlerine anlatır akşamları. Çocuk olabilecek en berbat koşullarda büyür ve on dokuz yaşında evinden ayrılır, bir daha dönmemek üzere...
Vaziyeti bir dostla koşurken lafın bir yerinde, “Yahu hayat ne tuhaf” dedi, “keşke bu adam cahil biri olsaydı, en azından ince şeytanlıklara aklı ermezdi o zaman. Adamda manyaklık olmasın bir kez! Eğitim, bu manyaklığı körükleyip daha bir rafine hale getiriyor ne yazık ki...”
Söz doğruydu ve diyecek bir şeyim yoktu. Acı bir gülümsemeyle yetindim...
OKUYUNUZ...
Amos Oz’un “öykülerden roman” diye nitelediği Köy Hayatından Sahneler, tarihi yüz yıl öncesine kadar giden hayali İsrail köyü Tel İlan’dan yedi “kayıp” öyküsü anlatıyor: Bu öyküler hem birbirlerinden bağımsız, hem de birlikte seyrek örgülü bir roman oluşturuyorlar. Ya da, deyiş yerindeyse, harflerle bestelenmiş bir sonat... Sekizinci ve sonuncu öykü ise, yıllar önce Azgelişmiş Bölgeler Bürosu tarafından (Tel İlan olup olmadığını hiç bilemeyeceğimiz) bir köye gönderilmiş olan ve kendisini “eczacıyım, öğretmenim, noterim, hakemim, hemşireyim, arşivciyim, çöpçatanım ve arabulucuyum” diye tanıtan kahramanın, köydeki çürümeyi, insanlığın toptan kaybedilişini haykırdığı bir çığlık. Amos Oz, günlük hayatın yüzeyinin altındakilere bakıyor. Sadece İsrail’i değil, hepimizi anlatıyor...
*
BEYEFENDİ
Özneyi nesneye çevirerek sevmek
En nadide çiçekler genellikle uçurumların hemen kıyısında açarmış. Bir anlamı olması gerek bunun diye düşündü Beyefendi. Bunun toprakla mı ilgisi vardı acaba? Yoksa bedelle mi? Güzel, ulvi, has, doğal, zarif, rayihası olan ille de tehlikeli bir yerde mi karşımıza çıkmalı? Mutlaka bedel mi ödemeli insan ona ulaşabilmek için? Hayatın yasası böyle mi emreder? Bir ara kendi hayatına dönüp baktı. Geçmişe, uzak geçmişe... Ta oralardan başlayıp bugüne kadar... Evet, dedi sonra sayısı epey fazla harika anım oldu. Ve karşılığında ağır bir bedel ödedim. Ama bir şey var rahatsız eden, acıtan, dokunan, vicdanı tırmıklayıp duran. Onca bedelle elde ettiğin güzellikleri, anları elinde tutamayı başaramadın. Acaba bunun için de bir yasa var mıydı? Bu da hayatın yasalarından birinin mi alnına giriyordu? Ama bir de teselli var diye geçirdi içinden Beyefendi. Bu alanda yalnız olmadığını düşündü. Bedel ödenirdi böyle güzellikler eçin, evet. Ama yasa herkes için geçerliydi...
Kendini rahatlaktıktan hemen sonra sezgileri, mayınlı bir alan daha olduğunu hissettirdi ona. En az uçurumun kenarı teorisi kadar kavi, yalın, çok dikkat edilmesi gereken bir hal bu diye mırıldandı! Özneyi nesneye çevirerek sevmeye kalkmamalı insan... O uçurumun kıyısında açan çiçekte bir hikmet olmalı usta. İlle de orada olmasının anlayamadığın bir nedeni vardır mutlaka. Belki de birden çok neden... Oraya gideceksin diye söylendi sonra, usulca yaklaşacaksın. Medeni bir insan gibi dokunacaksın çiçeğe. Belki de dokunmadan sadece o nadide kokuyu içine çekerek, yine geldiğin gibi ayrılacaksın oradan, sessiz ve usulca... Koparmadan seveceksin, bilmiyorsan da öğreneceksin bunu. Sevdiğini olduğundan başka bir şeye çevirerek sevmeye kalkmayacaksın. Zira seni çekenin o “ilk hal” olduğunu asla unutmayacaksın. Bir şey daha... Sevdiğini sana benzetmeyekalkmayacaksın. Senden bir tane var zaten. İki tane “sen”i ne yapacaksın? “Unutma” dedi sonra:
“Herkes kendisidir özünde usta. Olduğu gibi kabul ederek sev ya da sevme. Ve bil ki, karşına çıkacak güzellikler giderek seyrekleşecek. Bir kez daha avuçlarından kayıp gitmelerine izin verme. Açık avuçlarını, yumruk yapmayı da bil gerektiğinde...”
*
GEÇİP GİDERKEN
‘Aramak isterdim elbette ama fırsatım olmadı’ yalanı
Telefonda bir şekilde tahammül edebiliyor insan, şu başlıktaki cümleyi kuran sahtekarlara. Ancak daha beter bir durum da vardır. Bu sahtekarın karşınızda olduğunu düşünün bir an. Gözünüzün içine baka baka sizi aramak istediğini, ancak zamanı olmadığını söylüyor. Başkaca bazı mazeretler de sıralıyor.
Bu arada meşgulmuş gibi ikide bir telefonuna bakıyor. Birilerini araması gerektiğini söylüyor. Çocuğunun başına gelen küçük çapta bir kıyameti sıkıştırıyor araya. Bir iki saniye susuyor, yarım saniye süren kaçamak bir bakışla yüz hatlarınızı inceliyor. Onu suçlayacak iki cümle kurmak için düşünmeye zaman bırakmıyor size. Peki, işi ne? Özel sektörde çalışıyor. 8 saat. İşi yorucu mu? Az çok yorucu. Hafta sonu bir gün izni var. Sabah saat 09:00 ile akşam 18:00 arası çalışıyor. Peki, bu durumda sizi araması için ne kadar zamanı var. 6 gün. Ve her gün için en az 3 saat. Peki sizi arayıp hal hatır sormak, birkaç iyi cümle kurmak, sıkıntınızı paylaştığını söylemek, iyi dileklerini sunmak... Ne kadar zamanını alır dersiniz? Maksimum iki ya da üç dakika. Ha, bir de arkadaşsınız. Beklersiniz telefonunu. Ama arkadaşınız, boş zamanının yüzde birini bile size ayırmadı. Üzülmeyiniz ve üstünde hiç mi hiç düşünmeyiniz. GEÇİNİZ.
*
BİR PAZAR TEBESSÜMÜ
Muzip bir belediye görevlisi ya da kendini toplumsal sorunların çözümüne adamış vatandaşın biri, kedilere karşı böyle bir önlem düşünmüş olabilir. Olabilir mi? Olabilir... Zira burası Türkiye’dir...
*
İŞTE O KADAR
Gelmeyeceğini bile bile beklemek saflık değil, aşktır...