Kırklı yaşlara merdiven dayamış orta sınıfa mensup, bekar, kendini pek de beğenmeyen bir emlakçı, yıllardır yaptığı rutin işten sıkılır ve yeni bir yaşam arayışına girer. Ancak önünde yanıtlaması gereken çok soru vardır. Bu yeni yaşam ne olacaktır? Kişiliğine uyacak mıdır? Eskiyi aratır mı? Meçhul bir yaşam için köprüleri yakmaya değer mi? Mutlu olabilecek midir? Elindekileri kaybetmeye, geride bırakmaya hazır mıdır? Ve daha nice soru... Aylarca düşünür, ufak denemeler de yapar, birkaç kişinin kılığına bürünür. Vazgeçer ve eski hayatına döner. Ama bir kez aklına düşmüştür yeni yaşam, cin şişeden çıkmıştır. Yeniden sıkılır işinden ve artık kesin kararlıdır.
Bir müzisyenin hayatını yaşamaya kalkar ve araştırmaya girişir. Adam berbat bir çocukluk geçirmiştir. Varlığından haberdar olmadığı bir oğlu vardır. Hiçbir ilişkide dikiş tutturamamış, kokainin pençesine düşmüş, ailesi olmamış, yalnız, kaybetmiş, deliliğin sınırlarında, ama başarılı bir sanatçıdır. İçi acı dolu, dışı parıltılıdır. Sadece biraz parası vardır. Ürker emlakçı...
Bir maceraperestin hayatına özenir. Ve zamanla onca riski alamayacağını, bunu kaldıramayacağını anlar ve yara bere içinde geri çeker kendini. Kızıyla birlikte yaşayan, devlet memuru dul bir kadının hayatını izlemeye alır. Niyeti bu kadınla evlenip yuva kurmak, çocuğu da kendi çocuğu gibi sevmek, yetiştirmektir. Kadınla tanışır, ilişkileri ilerler ve kadının iç dünyasının kendisinin merhem olamayacağı nice yarayla dolu olduğunu öğrenir. “Aile, ruh eşini bulduğunda mutlu olabileceğin bir yerdir” der ve kaçar. Sırasıyla, yazar, turist rehberi, dağcı, gezgin, doğa aktivisti, barış gönüllüsü olur. Görece “sıkıcı olmayan işler” dir bunlar ona göre. Birkaç yıl geçer ve bu süreçte iki şey öğrenir. Birincisi, girdiği her işte yaralı insanlarla karşılaşmıştır. İkincisi ise kendine dairdir. Bu süreçte yara alırken, kişiliğine dair de çok şey öğrenmiştir.
Ve bir karar verir...
En iyi bildiği işi yapacak, ancak, işini eğlenceli hale getirmeyi de başaracaktır...
*
OKUYUNUZ...
Iris Murdoch’ın ilk romanı olmasına karşın en başarılı yapıtlarından biri olarak değerlendirilen Ağ, hayatını ucuz romanlar çevirerek kazanan bir yazarın, geçmişiyle ve kendisiyle hesaplaşması üzerine odaklanıyor. Murdoch, bu yazar özelinde insanın, rastlantıları ve öteki insanları dikkate almadan, kendi hayatını kendi tasarılarına göre ne ölçüde yaşayabileceğini sorguluyor. Yazarımız, geçmişinde çok önemli bir yer tutmuş olan dostları ve aşklarıyla tekrar yüz yüze geldiğinde peş peşe, çok eğlenceli bir sürü bocalama anı yaşar; her şeyi yanlış anlamış, kimseyi doğru dürüst tanımayı becerememiştir. En sonunda kendini, kendi hayal ve düşüncelerinden oluşan bir ağın içine kapattığını anlar. Her şeyi bilme ve denetleme tutkusundan vazgeçip sadece sevmeyi, ötekine açılmayı denediği anda Sanat’a da ilk kez gerçekten açılabileceğini kavrar...
*
BEYEFENDİ
‘Delinin zoruna bak’ dedi deli
Beyefendi’nin tanık olduğu bir Karadeniz fıkrası değil, yaşanmış bir vakadır. Küçük bir ilçede kahvehanenin önünde birkaç masa var. Yaklaşık on kişi geyik muhabbeti yapmaktadır. Aralarında arada bir yolu psikiyatri kliniklerine düşen elli yaşlarında bir muhterem de bulunmaktadır. Şakalar yapılmakta, gırgır başını alıp gitmektedir. Bu sırada sahneye yirmilerinde çakır gözlü, hafif kambur, gaga burunlu, ceketi dizlerine kadar inen salaş bir delikanlı da girer. Bir sandalyeyi sertçe çekip oturur. Garsona “lan” diye hitap eder. Ahali ona bakar. Orta yaşlı muhterem de elbette. Hatta yeni geleni baştan aşağıya süzer. Yeni gelen ayakkabısının birini çıkarıp çıkarıp masanın üstüne koyar. Boşluğa yumruk sallar. Bilinmeyen bir dilde bağırıp çağırır, ancak ahali aslında küfrettiğini düşünür. Yan masadaki adamları kovar. Kahvehaneyi kumarda kaybettiğini, itirazı olanı hemen oracıkta gömeceğini söyler. Çevreye delice bakışlar atar. Çıkarıp ceketinin kolunu ısırır sonra. Çakmağıyla bir yirmiliğin ucunu yakar, sigarasını çıkarır ardından. Tam sigarayı yakacakken parmağı yanar ve höykürür. Muhterem gülümser. Bu kez muhtereme yumruk sallar gibi yapar. Ancak muhteremin sabit ve buz gibi bakışları karşısında tırsar. Ve muhterem delikanlıyı yakasından tuttuğu gibi kaldırıp duvara yaslar. Bakışları adamın gözlerini delip geçerken bağırır:
“Ne lan bu delilik alametleri bre rezil! Kırk yıllık deliyim şu alemde be... Daha dünkü delisin ve bir gram saygın yok! Otur yerine...”
Stajer deli, saygıyla sandalyesine geçer ve başını öne eğer... Üç dört metre ötede, ince belli bardaktan çayını içerek olayları izlemektedir Beyefendi. Masanın üstünde bir bir not defteri vardır. Bazı notlar görülür defterde. Genç adam dakikalar sonra başını kaldırıp insanlara bakar. Bakışları defterin üzerindeki kaleme takılıdır. Yerinden kalkar, bakışlarını kalemden ayırmadan Beyefendi’nin masasına gelir. Oturmak için izin ister. İzin verilir ve oturur.
“Has bir kalem” der genç deli kıkırdayarak.
İçten bir ses tonuyla, “İstersen senin olabilir, alabilirsin” der Beyefendi.
“Olmaz, almam, almam ben kalem. Sende kalsın. Sende kalsın” der stajer sertçe ve ayağa kalkarken son cümlesi şu olur:
“Delinin zoruna bak...”
*
DÜNYA HALİ
Evladın verdiğin öğüdü dinlemezse ne yaparsın?
Her insan gibi çocuklarımız da hata yapıyor elbette. Ve biz, orta yaşlılar, yani kendisini akıl verecek mertebede görenler, hemen yol göstermeye çalışırız. Niyetimiz iyidir elbette. Kim kendi çocuğunun kötü olmasını ister ki! Ancak bu işte çoğu zaman gözden kaçırdığımız sinsi bir sorun vardır. Çocuğunuz sizi ne olarak dinleyecektir? Annesi babası olarak mı, yoksa bilge biri gibi mi? Anne ve babasıysanız şayet bilin ki, işiniz çok zordur. Zira çocuğunuz öğütlerinizde tarafsız olamayacağınızı, gerçeği olduğu gibi, kemiksiz anlatmayacağınızı düşünür. Onu korumak istediğiniz için gerçeği eğip bükeceğinizi varsayacaktır... Demem o ki, bu fakir de zaman zaman sıkıntı çekmiştir bu alanda. Ve bocalamıştır bazen. Çok sayıda insana laf dinletebildiğimiz olmuştur şükür ki. Ancak çocuğumuza sökmemiştir bu durum. Ve sonunda bir çözüm bulundu. Bulan da kızım oldu. Bir gün konuşurken lafın bir yerinde, “Baba” dedi, “sen babam olduğun için bana vereceğin her öğüdü beni koruma süzgecinden geçirdikten sonra alıyorum. Onun için gel seni ben bir yazar olarak dinleyeyim. İkimiz de karlı çıkalım.”
Aklıma yattı. Beni dediği gibi dinledi. Ve zamanla kızımın haklı olduğu ortaya çıktı...
*
HAYVANCA
Sevgiyi duyumsamak...
Evden çıkıp küçük bir yokuştan aşağıya inerdim, vapura giden yolda. Ve yokuşun bitip düzlüğün başladığı yerde bekliyor olurdu Prens. Daha yokuşun başındayken beni görür ve ritüeli başlatırdı. Kuyruğunu deli gibi sallar, dili dışarıda şaklabanlıklar yapar, ön ayaklarını öne uzatıp gövdesini yere bırakır, çocukça sesler çıkarırdı. İnanılmaz heyecanlı olurdu. Bazen de yokuşu tırmanmaya başlardı. İnsanın iç evreni hakkında bile yeterli bilgiye sahip değildim. Köpekleri ise çok az tanırdım. Yanıma geldiğinde ne isteğini anlamaz, elimdeki nevaleyi ağzına tıkmaya çalışırdım. Çoğu zaman nevaleye yüz vermez, başını elimin altına sokup beklerdi ısrarla. Sabırsızca öylece bir dokunup giderdim.
Zaman geçti. Hayattan aldığım ders sayısı arttı. Ve o köpeğin benden sadece sevgi istediğini anladım. Her sabah o yokuşun dibinde bitti birkaç yıl boyunca, aynı heyecanla. Başını iki elimin arasına aldım. Birkaç sevgi kelamı ettim. Başını okşadım. Çocuk gibi mutlu oldu ve gönül ferahlığı içinde vapura yürüdüm. Ve günüm çoğunlukla keyifli geçti....
İŞTE O KADAR
Mükemmel insanların aksayan tarafları daha çok göze batar. Goethe