KONUK KALEM / Bahadır

KONUK KALEM / Bahadır

Babamın fidanları ve derecikler

Bodrum’da yaşanan felaket epey bir uzak geçmişe dönüp bakmamı sağladı dün akşam vakitlerinde. Tam bir doğa aşığı olan babam, yaklaşık on dönümlük arazimizde, çok sayıda fidan dikti yıllar önce. Birçok farklı türden, elma, armut, kiraz, muşmula, fındık gibi... O zamanların küçük fidanları yaz sıcağında gölgelerinde insanı serinletecek kadar büyüdüler. Karadeniz’in yüksek kesimlerine kış erken gelir bazı yıllar. Ve yağan kar, henüz güçsüz olan fidanların dallarındaki dökülmemiş yapraklarda birikir ve kırar dalları. İşte o durumlarda babam genellikle gece uyumaz, eline kürek, sopa, artık ne geçirirse araziye çıkar ve dallardaki karı itinayla alaşağı ederek hemen hepsine bir isim verdiği fidanlarını kırılıp dökülmekten kurtarır. Sonra fidanları şöyle bir süzer, gülümser, yaptığı işle gurur duyarak evin yolunu tutar.

Babamla bir de yayla yollarında yürüyüşlerimiz vardır.  Sık olmaz bu elbette, ancak yolumu oralara düşürdüğümde kesinlikle ihmal etmezdik yürüyüşü. Bir keresinde akşamdan döktüren yağmurun izleri hala doğadayken düşmüştük yola. Büyük dereler uzaklarda vadilerden ses veriyordu. Yolumuzun üstünde arada bir çok sayıda küçük derecikle karşılaşıyorduk. Bazılarının yolunu doğanın kendisi, bir kısmını da hayvanlar kesiyor, küçük vadilerinde rahatça akıp gidemiyordu derecikler. Babam bu durumda da görevli sayıyordu kendini. Elindeki değnekle, yetmezse kol gücüyle derenin önündeki barikatı kaldırıp yol veriyordu suya. Bir ara göz göze geldik ve ne yapıyorsun gibilerinden baktım ona. Bana bakıp gülümseyerek mealen şöyle dedi:

 “Bu dünya canlı cansız herkese, her şeye yeter. Bir şey yaratıldıysa evlat, bil ki bir işe yarıyordur ve yaşamaya da hakkı vardır. Kim bilir bu derecik kaç bin yılda açtı bu yatağını. İki dakikada kapatmayalım. Bırakalım akıp gitsin aşağıdaki ağabeyine doğru.”

Babamın bu sözlerini hiç unutmadım. Ve doğaya karşı çok daha saygılı davranmayı ilke edindim.

Düşündüm de, taşrada doğup büyüyen, iyi bir eğitim almamış bir adamın edindiği bilgeliği, Bodrum’un enteli, tatilcisi, yöneticisi edinememiş ne yazık ki. Ve Bodrum da yapacağını yaparak başlarına geçti...

 

OKUYUNUZ...

1-140.jpg

Uruguaylı Mario Benedetti, aşkın, sürgünlüğün ve hayata tutunma azminin en güzel metinlerini yazdı. Yaşadığı dönemin zorlu koşullarında kalemiyle birlikte politik mücadelenin içinde var oldu. Benedetti, Kırık Köşeli İlkbahar’da, vatanından koparılan ama yaşamaktan vazgeçmeyenlerin insanlık durumlarını kimi zaman bir çocuk aklının aydınlığıyla anlatıyor.

 “Soğuk olmadığında yaz olduğunu düşünüyorum ve sıcak olmadığında da kış olduğunu. Bir de bakıyorum ki, sonbaharmış. Babamın olduğu yere daha yeni sonbahar gelmiş ve babam bana mutlu olduğunu çünkü demir parmaklıklar arasından kuru yaprakların geldiğini ve bu yaprakların benim mektupçuklarım olduğunu hayal ettiğini yazmış.”

 

*

 

BE­YE­FEN­Dİ

Emekli bir adam ve yeni yaşam

Zamanı geldiğini düşünen Beyefendi 58 yaşında iş hayatına paydos der ve emekli eder kendini. O zaman dek ertelediği çok şey vardır. Otuz yıldan çok çalışmış, yorulmuştur. Dinlenecek, sabahları erkenden kalkıp yollara düşmeyecek, ertelediği ne varsa artık yapacaktır. Çalışma yaşamındaki rekabet ortamı artık geride kalacak, dingin, keyifli bir hayat yaşayacak, eşiyle daha yakın bir ilişki kuracak, kızlarına, torunlarına daha çok zaman ayıracak, yeni hobiler edinecektir. Arkadaşlarını ziyaret ederek laflayacak, huzur içinde bir ihtiyarlığa hazırlanacaktır.

İlk zamanlar her şey iyi gider gibidir. Bu dediklerinden çoğunu yapar. Yeni hobiler eklenir. Ancak aradan bir yıl geçer ve canı sıkılmaya, yaptıkları anlamsız gelmeye başlar. Kendini gereksiz bir varlık olarak görür. Üstüne bir de karısının tavırları eklenince keyfi biraz daha kaçar. Zira kendisinden 13 yıl önce emekli olan karısı evde kendi düzenini kurmuştur. Arkadaşlarıyla ilişkileri, gelip gideni, ev işleri, kızlar, torunlar derken kendine özgü, kadınca bir yaşamdır bu. Ve bu yaşamda Beyefendi bir yabancıdır, fazlalıktır. Bunu derinden duyumsar. Boş bir çuval gibidir sanki. Hayatta ona zevk veren şey yok gibidir. Emekli olduğu için sık sık pişmanlık duyar. Ve bu durumdan kurtulmak için çareler arar. Günlerce düşünür, ancak çaresizdir...

Ama kaderi hakkında bilmediği bir şey vardır. Bir akşam vakti kafenin birinde oturup çayını yudumlarken, az ötede kendi deyişiyle, “entel sakallı, düzgün giyimli” bir adamla tanışır, içindeki sesi dinleyerek. Zamanla adam da Beyefendi’den hoşlanır. Beyefendi açılır bu yeni arkadaşına.

Üçüncü buluşmalarında adam, “Size mültecilere yardım eden kuruluşlarda gönüllü olmanızı tavsiye ederim. Hem o çaresiz insanlara yardım etmiş olursunuz, hem de ruhunuza çok iyi gelir bu iş” der.

Beyefendi birkaç gün düşünür bu işi. Sonra eşine açar durumu. Kendi dünyasında çok da yeri olmayan kocasının isteğini geri çevirmez kadın.

Ve Beyefendi biraz da ürkerek yeni hayatına doğru ilk adımları atar. Ve iki yıl sonra, yaşamaktan keyif aldığı yeni yaşamının patronu olur Beyefendi...

 

*

 

HAYVANCA

Bilgisayar karıncaları

Bir öykü üzerinde çalışmaya ara vererek mutfağa kendime şöyle ihtiyar işi bir sütlü kahve yapmak için yollandım. İki dakika sonra döndüğümde bilgisayarımın klavyesinin üstünde bir karınca ordusu vardı. Ne ara koşup gelmişlerdi çıkaramadım ama tuhaf bir durumla karşı karşıya olduğum açıktı. Tamam, ev ahşap, bu türden hayvanların olması normal... Ama bu kadarı fazlaydı, çok sayıda karınca vardı. Ordu gibiydiler. Ne zaman çıkıp geldiklerini bir yana bırakarak izlemeye koyuldum bu çılgınca oradan oraya koşan sürüyü. Akıl erdiremedim yaptıklarına. Bilgisayarımda benim bilmediğim neyi keşfetmişlerdi acaba? Bilgisayardan ne ister bir karınca ordusu? Şeker yoktu, tatlı meyvelerin kırıntıları yoktu alette. Olsa olsa farkında olmadan yerlere dökmüşümdür ya da mutfakta olur böyle şeyler. Bilgisayar kirli filan da değildi. Daha bir gün önce kolonya ile silinmiş, paklanmıştı kendileri. Çalışmam lazımdı ama gitmelerini beklemekten başka çare de yoktu. Beş dakika geçmemişti ki, birden kaybolmaya başladılar klavyeden. Masaya, yere, duvara ve oradan da kim bilir nereye... Karınca ordusundan izin çıkmıştı, artık çalışabilirdim.

 

*

 

SOKAKLARDAN

Başörtülü genç kadın

Ona Bakırköy metrobüs durağında rastladım. Başörtülü otuzlu yaşlara yakın bir kadın... Ben duraktan çıkmak için turnikelere ilerlemeye çalışıyorum o kalabalıkta, o ise araca binmek için turnikelere hamle ediyordu. On, on beş saniye kadar izledim onu, zira dikkat çekiyordu cep telefonuyla talimatlar yağdırırken.

Sonunda sıramız geldi. Hamle sırası bendeydi, geçebilirdim turnikeden, ama ak  sakallı bir bey olarak orada dikilerek, başımla hanımefendiye sıranın kendilerinde olduğunu işaret ettim. Anlamlı yüzünde belli belirsiz bir tebessüm dolaştı. Bir ara bir saniye kadar yüzüme baktı. Sonra cep telefonunu kulağından seri bir hareketle çekti ve başıyla teşekkür etti. Sanırım avukat olan bu hanımefendi metrobüse koştururken, İncirli’den sahile inen yola çıkmak üzere merdivenleri tırmanmaya başladım.

 “Zaman” diye mırıldandım bir kaç kez. Bir delikanlı dikkatle yüzüme baktı, acaba ne demek istiyor bu adam “zaman” diye söylenerek gibilerinden.

Yürüyüp gittim. Zira delikanlıya, az önce sıramı verdiğim genç kadının ablalarının doksanlı yılların sonlarında üniversite kapılarında neler çekiğini düşündüğümü söyleyemezdim.

 

*

 

İŞTE O KADAR

Şımaracak kimsen olmayınca, hayat seni kocaman bir adama çevirir. Ağır Abi

 

*