O mahalle kasabı kıymanın kilosunun 40 lira olduğunu söyleyince, gülümsedim. Yarım kiloluk bir sipariş verdim ve beklemeye durmuşken, zihnim alıp ta 40 yıl öncesine götürdü beni...
Liseyi Zonguldak’ta okurken, hafta sonları arada bir babamın cebinden yürüttüğüm harçlıklarla kendimi o zamanlar şirin bir ilçe olan Ereğli’ye atardım. Saklamaya çalıştığım tedirginliğimle trenin kompartımanında epey sayıda büyük adamla yolculuk ederdim. Genellikle konuşmazdım. Birileriyle tanışmak ilgimi çekmezdi o zamanlar. O yaşlarda bile münzeviydim belki de. O öğleden sonra trende karşımda kırklı yaşlarda iki adam oturuyordu. Biri balıkçı yaka kazak giymiş, üstüne de bir mont atmıştı. Saçları uzun ve kirli, karmakarışıktı. Öteki daha tuhaf bir tipti. Sarı bir gömlek ve yeşil kaba bir kravat takmıştı. Başında fötr şapka, ablak suratlı, bakışları delimsek biriydi. Daha oturur oturmaz ortalıkta negatif enerjinin varlığını sezmiştim belli belirsiz.
Yeşil kravatlı adam gözlerini dikmiş bakıyordu. Aklımdan sapıktan deliye kadar bir yığın şey geçti o kısa anlarda. Sonra adam birden dizime bir şaplak atarak şöyle dedi:
“Hemşerim, yaylada davar izi gördün mü?”
Ne diyor bu gibilerinden şaşkınlıkla adama ve çevreye bakarken, yanındaki herif, “Yaylada davar izine rastladın mı demek istiyor” diye açıklama yaptı. Sesimi çıkarmadım, adamlarla göz göze gelmemeye çalıştım ama kurtuluş yoktu. Biri yaylada davar izini soruyor durmadan, öteki de soruyu daha bir net kıvama getirmeye çalışıyordu. Çevremdeki insanlara yardım dilenir bakışlar attım ama kimse oralı değildi.
Sonunda pes ettim ve “Görmedim,” dedim.
“Hah” dedi sarı gömlekli deli, gözlerini yuvarlayıp delimsek bakışlarını gözlerime dikerek, “Yaylada davar izi göremediğin zaman ayran da olmayacak, et de... Hihihhihihihihhhhiii. Gelip o zaman yersin benim kravatımı, tamam mıııııı...”
Pısmış, sesimi kesmiş, Ereğli’ye varana kadar terden gebermiştim...
Kasap sarıp sarmaladığı kıymayı teslim etti ve eve doğru yollandım.
Yolda, “Altı üstü kıyma bile bu fiyattan satıldığına göre muhtemelen trendeki deli haklıydı. Yaylalarda davar izi ya kalmamış, ya da çok azdır” diye söylendim birkaç kez...
*
OKUYUNUZ...
Parçalanmanın eşiğindeki bir aileyi barındıran hüzünlü bir malikane Rosshalde. Ressam baba, mutsuz evililiğinin yarattığı düş kırıklığı içinde “kale” sine çekilmiş, bahçedeki atölyesinde kalırken, piyanist karısı ve onları bir arada tutan son bağ olan küçük oğulları malikanede yaşamaktadır. Küçüğün amansız bir hastalıktan ölmesiyle, aile bir daha birleşmemek üzere dağılır: Baba kendini sanatına adayıp Hindistan’a gitmeye karar verirken, anne büyük oğluyla birlikte belirsiz bir geleceğe adım atar. Rosshalde’nin kapıları, belki de bir daha açılmamak üzere kapanır. Hermann Hesse’nin 1914’de kaleme aldığı Rosshalde, yazarın kendi yaşamından izler taşıyor: Ressamlık, Hesse’nin sanatçı kişiliğinin bir parçasıydı. Doğu kültürüne yakınlığıyla tanınan Hesse 1911’de uzun bir Hindistan yolculuğuna çıkmış, 1919’da ise ilk karısından ayrılmıştı...
*
*
BEYEFENDİ
İçinde bir şato inşa etmeli insan
Erkekliğin onda dokuzu kaçmaktır gibi sözlere itibar edecek biri değil Beyefendi. Ama kaçmak fiilinden yeri geldiğinde yardım almak, onu hizmete sokmak gerektiğini kabul eder. Zira arada bir insanlardan kaçmanın ruh sağlığını korumak için şart olduğunu iyi bilir. Onun için de yıllar önce kendine yüksek sesle şöyle bir cümle kurar:
“Kendi içinde bir şaton olacak. Sadece sana ait. Anahtarı sadece sende olacak.”
Ve sonra da bu şatonun ne işe yarayacağı hakkında bir nutuk çeker kendine...
“Şatonda, sadece kendin olmalısın” der Beyefendi, “ruhunu dinlendirmen gereken yer orasıdır. Günlük dertlerini oraya taşımayacaksın. Şayet taşımaya kalkarsan, onları çözmek ve kurtulmak için yapmalısın bunu. Şatonda katıksız bir yalnızlık yaşayacak ve bu yalnızlıktan rahatsız olmamayı öğreneceksin. Hobilerini çoğaltacaksın. Kendinle o tek kişilik yerde arkadaşlık etmeyi bileceksin. Ne olursa olsun düşünmekten, üretmekten kopmayacaksın. Durursan düşersin sözünü ilke edineceksin. Şatonda kendi saf gerçekliklerinle baş başa kalacak ve kendinden ürkmeyeceksin. Müziğin, kitabın, hayat enerjin, düşüncelerin, kendine karşı dürüstlüğün, hayallerin ve sessizlik eşlik etmeli sana. Sen izin vermediğin sürece kimse girmemeli şatona. Dışarıdaki insanlar biraz tuhaf bulacak seni kuşkusuz, -zira insanlar kendileri gibi olmayanı bir garip bulur-, bunlara aldırmayacaksın. Canın ne zaman isterse kapanacaksın şatona ve paşa gönlün ne zaman isterse o zaman çıkacaksın oradan. Hayatta sana verilmiş en değerli armağan olan zaman senin emrinde olacak. Onu nasıl istersen öyle kullanacaksın içindeki şatoda.”
Şatoyu inşa etmeye başladığı zamanlarda işte böyle bir nutuk atmıştı kendine. Zaman akıp gitti, yıllar birbirini kovaladı. Sakalda, saçta akla karalar birbirine karıştı. Sayısız dert üstüne çullanıp yere çalmaya kalktı onu.
Ama, şato hep ayakta kaldı. Ve Beyefendi, temelini sağlam attığı o şato sayesinde, başına gelen onca şeye rağmen, akıl sağlığıyla birlikte, merhametini, dürüstlüğünü, saflığını, enerjisini, hayata bakışını, kısacası kendisini insan yapan hasletleri korumayı başardı...
*
İŞTE O KADAR
Hey gelin... Damadın ayağına basacaksın, gırtlağına değil! Damadın kankaları
*
YAZARLIK RACONU
Bir karakter yaratmak ve onunla kavga etmek
Bir zamanlar bir romanım nedeniyle Radikal’den rahmetli Hızır Tüzel bir röportaj yapmıştı benimle. Birkaç gün sonra gazetede yaşlı bir yazar ağabey yanıma yaklaşarak kadife yumuşaklığında bir ses tonuyla şöyle dedi:
“Evlat, artık yarattığın karakterlerle kavga etmeye başladın mı?”
Boş bulundum ve birkaç saniye baktım yüzüne. Anlamadığımı düşünerek izah etmeye çalıştı:
“Geçen bir hikayene baktım. Karakterlerin fena değil. Ama onlarla biraz daha dövüşmek lazım... Hırpalamak lazım karakteri ki, gerçek hayattan nasiplensin. Demem o ki, karakterle ne kadar dalaşırsan, o kadar ete kemiğe, gerçekliğe bürünür ve okur tarafından daha çok benimsenir. Bunu unutma...”
Unutmadım elbette, ona da unutmayacağıma dair söz verdim.
O sıralarda büyük tiyatrocu ve yönetmen Konstantin Stanislavski’nin “Bir karakter yaratmak” adıyla yayınlanan kitabını yeni bitirmiştim. Abime teşekkür ettim. Abim ağır adımlarla uzaklaşırken, yolumu aydınlattığı için Stanislavski ustaya bir kez daha sundum saygılarımı...
*
BUNU YAPMAYIN
Deden çarık giyerdi...
Hayatın her alanında bir tuhaflıktır gidiyor. Üstelik bu durum son zamanlarda ortaya çıkmış değildir. Büyük bir kente bir kuşak önce gelen sonra geleni alabildiğine aşağılıyor bu ülkede. Bu aşağılamaya çok geçmeden nefret de eşlik ediyor. Bir zamanlar az ya da çok insanlarımızda varlığını hissettiğimiz empati, merhamet başını alıp gitmiş sanki. Gemisini kurtaran bir başkasıyla asla ilgilenmek istemiyor. Nedeni ne olursa olsun zora düşen insana insan gözüyle bile bakılmıyor. Yoksul dedesi 70 yıl önce çarık giyen bir insan, oldum havalarında etrafa çaka satıyor, ezberlediği üç beş eğri büğrü cümleyle, düşünce sandığı paranoyalarıyla, takıntılarıyla insanları aşağılamaya kalkıyor.
Ve elbette bu hödüklük her zaman bir hedef buluyor kendine. Hedef şimdilerde savaştan kaçarak can havliyle bu ülkeye sığınan insanlar. Bu kendilerini olmuş, çağdaş, adam, insan zanneden “steril” arkadaşlar kinlerini bu çaresiz insanların üzerine boca ederek kendilerini gerçekleştiriyor!
Dedelerinin çarık giydiğini unutarak...