* Martin Luciano Scorsese... 1942 doğumlu. ABD’li yönetmen, senarist ve yapımcı. En iyi yönetmen dalında Oscar ödülü sahibi. Çocukluğu astım hastalığıyla mücadele ile geçmesine karşın Amerikan sinemasında yeni dalga akımının önemli temsilcilerinden biri olmayı başarır. Scorsese, Hıristiyanlık, suç, adalet ve şiddet unsurlarını işleyen hikâye ve karakterleri ile adından söz ettirmiş biri.
* Roger Ebert... ABD’de, Chicago Sun-Times gazetesi için 1967 yılından 2013 yılında kanserden ölene dek film eleştirileri yazdı. Pulitzer ödüllü film eleştirmeni... Ebert, eleştiri yazarlığı yanında televizyon programları da yaptı. Ve her iki alanda da çok başarılı, çok tanınan bir isim oldu.
* Isabella Rossellini... Tanınmış bir anne ve babadan olma çok güzel bir kadın. İtalyan oyuncu, yapımcı, yazar, model. Rossellini 14 yıl boyunca Lancôme modelliği ve aktris olarak oynadığı Mavi Kadife ve Death Becomes Her filmleri ile tanınır...
Çok önemli üç isim...
Peki, bu insanları bir araya getiren ne diye sorulacaktır elbette. Birkaç kelam edelim... Sinema dünyasına yakın duranlar bu üçlünün arasındaki ilişkiyi bilecektir, ancak ben biraz daha farklı bir şeye değineceğim burada.
Scorsese, aşık olduğu ve 3 yıl evli kaldığı bu güzel kadından 1982 yılında ayrılır. Sevdiği kadını kaybetmenin dayanılmaz acısına bir de yaptığı filmin hiç de olumlu eleştiriler almaması eklenince, bu önemli sinema adamı çareyi kokainde aramaya başlar. Bitmek, çökmek, hayatı kaymak üzeredir. Kokain kaçınılmaz sona doğru götürmektedir onu ve o son çok yakındır. Tam da bu sıralarda, devreye doğru bildiğini yazmaktan milim şaşmayan, eleştirmen “acımasız” Ebert girer. Çok uzaklardaki filminin galasına gider ve film hakkında olumlu görüş belirtir. Bu sihirli bir dokunuş olur ve Scorsese ayağa kalkar. Çok önemli işlere imza atar, ödül üstüne ödül alır. Akıllı biri bir dokunuşta ayağa kaldırmıştır umutsuz yönetmeni...
Demem o ki, umutsuzluğa kapılmadan elinden gelenin en iyisini yapmaya çalışmalı insan. Yine de düşerse şayet, ya akıllı biri gelecektir yardıma ya da bir dostun eli uzanacaktır kendisine...
*
OKUYUNUZ...
“Kendini kandırma zehrini bir kez tadan insanlar, bir daha kendilerini asla kurtaramazlar...”
Büyükşehir ortamındaki yalnızlaşma ve yabancılaşma sancılarından kurtuluşu Afrika gezisi hayallerinde arayan dershane öğretmeni Bird... Karısı her an doğum yapmak üzeredir ve evlendiği anda iyice azalan Afrika gezisine çıkma umudu, çocuğun doğumuyla tümüyle sönecektir. Bir de çocuk beyin fıtığı gibi ender rastlanan bir anormallik ile doğuverince, Bird kendini bir karabasanın ortasında bulur. Yaşadığı utanç ve korku, onu önce alkole ve sorumluluklarından kaçmaya, sonra çocuğu yeryüzünden bir an önce silinmesi gereken bir düşman olarak görmeye kadar götürecektir...
Kişisel Bir Sorun, kendisi de engelli bir çocuk sahibi olan 1994 Nobel Edebiyat Ödüllü Japon yazar Kenzaburo Oe’nin en önemli eserlerinden biri...
*
BEYEFENDİ
Aradığı bilge içindeymiş meğer
Denebilir ki, hiç kimseden çekmedi kendinden çektiği kadar Beyefendi. Ya kendinde olmayan meziyetler icat etti, ya da var olan yeteneklerinin kıymetini anlamadı. Hal böyle olunca da sık sık yanıldı, düştü, kalktı, kazanırken bile kaybetti, yenilgilere uğradı.
Kendini saf bulurdu mesela ve bundan nefret ederdi. Ama bu nefret derde devam olmaz, o öfkeli haliyle bir karar verir ve bir kazık daha yerdi. Kazığın acısıyla yandım Allah bağırır ve hemen sonra da gerçekleşmesinin mümkün olmayacağını bile bile saflığa artık paydos derdi.
Merhametliydi mesela ve bundan maraz doğduğunu bilirdi. Ve o marazdan çok zarar görmüştü. Canı çok yandığı zamanlarda ise kükrerdi: Bundan böyle kimseye merhamet yok...
Centilmendi, nazikti mesela... Bu meziyetleri de başına sık sık iş açardı. Merkep yerine konulmaktan yakınır, insanların çiğliği canını yakardı. Ve elbette yine söz verirdi:
Ne nezaketi, centilmenliği bundan sonra canım, hırt olacaksın efendi hırt...
Hak yemezdi mesela ve dünya nimetlerinin üzerindeki bütün canlılara yetip artacağına inanırdı. Ama bu düşüncesi onu paylaşımlarda çoğu zaman sıranın sonunda olmaktan kurtarmıyordu. Ve içinde kıyametler kopuyordu gece boyu.
Sabrın en önemli meziyetlerden birisi olduğuna inanıyor, yapacağı ne varsa aheste aheste, keyfine vara vara yapmaya çalışıyordu. Ancak hayat ona durmadan çağımızın hız çağı olduğunu hatırlatarak keyfini kaçırıyordu.
Cömert biriydi Beyefendi ve bu meziyeti de başına dertti. Yağmalanıp dururdu. Elinde ne varsa alırdı kent çakalları. Ve yine yemin üstüne yemin elbette...
Heyecanlıydı ve çoğu zaman da en son söylemesi gerekeni başta söyleyerek bir çuval inciri berbat eder, yüzde yüz haklı olduğu yerde kesin olarak haksız çıkardı. Yenilir yutulur bir durum değildi bu elbette ve Beyefendi, kırk yemin daha ederdi.
Artık yorgundu. Yaşlılığın ilk merdivenlerini tırmanmaya da başlamıştı. Akıllı, bilge birini arıyordu epey zamandır. Gerekirse kulağını da çekerek, kendine doğru yolu gösterecek birini...
Ve onu çok geçmeden buldu...
“Bu saydıkların harika özellikler ve öğrenmen gereken tek bir şey var” dedi ona içinin derinliklerinden gelen bir ses. Ve ses devam etti:
“Kendini olduğun gibi kabul edecek ve her zarar gördüğünde kendinden vazgeçmeye kalkmayacaksın. Sadece kötülerden korunmayı öğreneceksin, hepsi bu.”
*
İNSANCA
“Nene” ve delikanlı
“Nene” diye bir sözcük duydum İstanbul’da bir kavşakta, bir sabah vakti. İçten, diyaframdan gelen, sıcak bir sözcük... Ayakkabımla olan derdimi hemen çözüp sesin geldiği yana baktım. Orta boylarda, seksen yaşlarında, tatlı mı tatlı, nur yüzlü bir ihtiyarcık ve onun koluna girmiş bir delikanlı gördüm. Uzun saçları vardı delikanlının. Şort giymişti. Kulağında ilginç bir küpesi vardı. Kirli sakallı yakışıklı, yapılı bir kent delikanlısı. Bir eliyle nenenin elini avuçlarında sağlama almış, öteki elini sanki incitmek istemezmiş gibi hafiften omuzlarına atmıştı yaşlı kadının. Karşıya geçmek için ilk adımı atmadan, şöyle başını yukarıya kaldırıp delikanlının yüz hatlarını izler gibi baktı nene bir süre. Teşekkür etti sonra ve bıraktı kendini genç adama. Trafiği idare ederek yavaş adımlarla yolun karşısına geçirildi nene. Bütün yüzü ışıl ışıldı karşıda. Gözlerinin içi gülüyordu genç adama bakarken. “Teşekkür ederim oğlum” cümlesini duyabildim, zira o trafikte yaşlı kadın, gencin duyamayacağını varsayarak yüksek sesle konuşmuştu. Bir şey demedi delikanlı. Elini öptü “Nene” nin ve sonra, yanağına belli belirsiz bir öpücük kondurarak hızla yürümeye başladı otobüs durağına doğru. Güzel bir sabah dedim içimden...
*
BUNU YAPMAYIN!
Milli maçlardaki rezaletin sorumlusu benim...
Letonya ile milli takımımızın berabere kaldığı gece... Bu fakir de maçı izledi elbette. Yorumlar için kanalları dolaştım maç bitiminde. Ertesi gün de devam ettim. Dinledim. İzledim. Yazılı basına göz attım. Değerlendirmelerde garip bir durum vardı. Sorumlu, direktör Fatih Terim değildi! Çok sayıda yorumcu(!), Terim’i aklama misyonunun neferi gibi çalışıyordu. Birisi aynen şöyle dedi:
“Efendim para büyükmüş. Ama bu iş böyle. Terim’i bu işin başına getireceksen milyon euroları da vereceksin...” Herif haklı dedim! İçinde futbolla ilgili her kesimden insanın yer aldığı bir güruh, rezil bir futbolu allayıp pullayıp satıyor bize. Büyük paraların olduğu bir havuz var ve beyefendiler de ekip halinde durmadan dolan havuzu boşaltıp duruyor gözümüzün önünde.
Bu arada 17 yıldır hiçbir büyük takımı yenememişiz...
Gelelim başlığa...
Sorumlu kim? Ben ve benim gibiler elbette... Zira, gözümüzün önünde oynanan tiyatroya rağmen hala kendimizi eşek yerine koyarak maç izliyoruz...
*
İŞTE O KADAR
BÜYÜK KONUŞMA...
Hayat seni öyle bir noktaya getirir ki, kendini sevdiklerinle savaşırken, nefret ettiklerinle selamlaşırken bulursun.
Duvar yazısı