Esmer, güzel bir yüzü var 10 yaşlarındaki küçük kızın. Bakışlarında kararlılık var, gözleri çakmak çakmak. Bel hizasında kalça kemiğinin hemen üstüne yerleştirmiş sevimli mi sevimli, saçları bukleli esmer kız kardeşini. İki yaşında var yok küçük kız. Kolunu koltuk altlarından geçirerek sağlama almış küçük kardeşini. Sağ kolunu serbest bırakmış küçük abla. O kadar sevimliler ki, adımlarımı yavaşlatıyorum, önümde yürürlerken. Bakkala girip çıkıyor küçük kız. Aldığı gofreti veriyor küçük kardeşe. Büyük bir zevkle ağzına götürüyor nevaleyi küçük kız. Ama yürürken kolay olmuyor bu. Yanaklarına, burnuna, çenesine bulanıyor çikolata. Abla birkaç kez sertçe uyarıyor küçüğü, “Şunu adam gibi ye” diyerek. Billur gibi saf bir gülücükle karşılık veriyor ablasına küçük kız. Sahile kadar iniyorlar. Çimenlerin üstüne bırakıyor küçüğü 10 yaşlarındaki abla. “Yanımda kalacaksın, fazla uzaklaşma haeeeeaaa” gibilerinden paylıyor küçüğü. Ağız dolusu bir “tımaaam” çekiyor küçük...
Bir banka oturuyorum. Haliç pek esmiyor. Hava bunaltmıyor, ama terletiyor yine de. Ne kadar da çok var bu küçük ablalardan derken içimden, bir anda 30 yıl önce rahmetli olmuş, annemin büyük halasının silüeti düşüyor zihnime. Rahmetli, Birinci Dünya Savaşı’nda Rus işgalinden kaçarken dedemi taşımış yaklaşık 150 kilometre kadar. Günlerce sürmüş yolculuk. Halam 12 yaşlarında, dedemse iki imiş. Sırtında taşımış daha çok. Bazen de yorulunca kalça kemiğini oturak yapmış dedem.
Halamın sözleri hala kulaklarımda...
“Uşağum” derdi, “deden haburalarıma (kalça kemiğinin olduğu yeri işaret ederek) o kadar çok işedi ki, iki ayda ancak savdi yaralarum. Ama en çok beni sevdi deden. En çok beni...”
Eski zamanlarda biraz daha dolanıyorum. Küçük kardeşlerini kalça kemikleri üstüne oturtup taşıyan küçük ablalar gelip geçiyor gözlerimin önünden. Ve hiç kaybolmayan küçüğün saçlarının kardeş kokuları... Ve sonraları büyüdüklerinde aralarındaki sarsılmaz bağlar düşüyor zihnime...
SOKAKLARDAN
Kibarcık
Bazen kendini ihtiyar hissetmek iyidir. Toplu taşıma aracı... Yorgunsundur ve kimselere yerini vermek zorunda değilsindir. Hele bir de yer vereceğin aday çocuğun yaşındaysa. Otur efendi yerinde. Keyfine bak ve ortamı izle... Öyle yaptım. Ve gözüme genç ve çok güzel bir kız takıldı. 20 ile 25 yaş arasında. Çok güzel dedim zaten, betimlemeye gerek yok, ancak birkaç küçük ayrıntıya dikkatinizi çekeyim yine de. Kızcağızın yüzünde güller açıyor sanki. Mutlu. Heyecanlı. Arada bir saatine baktığında güzel yüzünde endişeli bir hal belirip kayboluyor. Toparlıyor sonra. Çantası, ayakkabıları, saçına taktığı bandana, küpeleri, ojeleri, ince belindeki kemeri ve kolyesi... Müthiş bir renk uyumu... Belli artık, kızımızın iç dünyası renkli...
Son kez saatine bakıyor ve Yenibosna’da iniyorum. O da iniyor telaşla. Önümde yürüyor, ama tedirgin. Merdiveni çıkıyoruz. Otuzlu yaşlarda adamın birini görüyor ve kollarını açarak yürüyor ona doğru. O arada bu ihtiyar kulaklar, “Canım sevgilim” gibi bir şeyler duyuyor. Adam güzel kıza saatini gösteriyor. Suratı ekşi mi ekşi. Eller cepte. Ve diyor ki:
“20 dakikadır ağaç oldum burada. Neredesin?”
Kızın kollarında can kalmıyor. Kırılmış, incinmiş, bezgin bir halde sarılmaya çalışıyor karşısındaki kibarcığa...
BEYEFENDİ
Tecrübe insanı aptallaştırır mı?
Bahçesi vardı villanın. Çimeni, çiçeği, çevresinde küçük bir koruluk, 100 metre ileride akıp giden ırmağın şırıltısı bile duyuluyor. Mayıs ayı... Villanın bahçesinde salıncağa uzanmış, kitap okuyor edebiyat profesörü. Kariyerine diyecek yok. Zeki, tecrübeli, karizmatik, ellili yaşların başında, olgun bir adam. Öğrencileri onu çok seviyor. Hayatı öğreniyorlar ondan. Adam tunçtan bir heykel gibi diye mırıldanıyor Beyefendi, ekranın karşısında. Duygularını asla ele vermiyor. Öyle bir zırhı var ki adamın, yürekten gelen bir bedduanın bile içeriye sızma olanağı yok gibi. Mutlu ya da mutsuz olduğunu kestiremiyor Beyefendi. Ama diyor normal koşullarda adamın mutlu olması gerekiyor. İyi de diyor hemen sonra koşullar normal mi? Bana göre normal olan koşullar o adama göre de normal mi? Adamın istediği şu anda sahip oldukları mı gerçekten? Çevresinde onca kalabalık, seven varken bu adam neden yalnız? Acaba takıntıları var mı? Belki de bilmediğimiz bazı alanlarda yenilgiye uğramıştır. Ders verip dururken yıllardan beri ders almayı unutmuş olmasın hayattan. Olamaz mı diye söyleniyor Beyefendi ve yanıtı veriyor. Evet. Adama odaklandıkça alnından akan ter damlacıklarının sayısı artıyor. Durduruyor filmi ve gidip yüzünü yıkıyor. Soğuk elini tutuyor ensesinde bir süre. On dakika sonra adam çekmeceden tabancayı alıp intihar denemelerine girişiyor İngilizlere özgü o müthiş soğukkanlılıkla. Hesap kitap yapıyor resmen. Sonra canını sıkıyor tabanca ve atıyor silahı çekmeceye.
İntihar etmesine gerek yok ki canım diye fikir yürütürken Beyefendi, adamın geçmişi açılmaya başlıyor. Çok sevdiği ve 15 yıl geçirdiği karısını iki yıl önce kaybetmiş adam. Başka kadın yok yeryüzünde onun için. Hayatta her şey anlamsız geliyor adama. Yaşlılıktan ölesiye korkmaya başlıyor. Genç bir adam dostluğuyla hayata bağlamaya çalıyor onu, ama kar etmiyor. “Çok istediğim bir şeyin yerine hep başka bir şeyi koydum, bu karım için de geçerliydi” diyor adam. Çok yaşamaz bu adam diye söyleniyor Beyefendi.
Ve tabancaya sıra gelmeden kalp krizi yapışıyor yakasına. Ve oracıkta yapayalnız teslim ediyor ruhunu.
Terliyor yine Beyefendi. Ve banyoda soğuk suyu yüzüne çarparken şöyle diyor:
“Tecrübe her zaman işe yaramaz galiba, bazen de aptallaştırır insanı...”
OKUYUNUZ
‘Hınzır kız’a aşık çevirmen
“Sadece ahmakların mutlu olduğunu söyleseler de, itiraf ediyorum ki kendimi mutlu hissediyordum. Günlerimi ve gecelerimi Hınzır Kız’la paylaşmak hayatımı dolduruyordu... Ve günün birinde hoşça kal bile demeden çekip gideceği korkusuyla, beni daima huzursuz bir şekilde yaşatmayı gerçekten başarmıştı...”
Çevirmen Ricardo’nun tek kabahati gönlünü oyunbaz, bin bir surat Hınzır Kız’a kaptırması. İki sevgilinin imkânsız aşkının arka planındaysa 20. yüzyılın ikinci yarısında hem Peru’yu hem de dünyanın geri kalanını şekillendiren tarihî ve toplumsal dönüm noktaları. Mario Vargas Llosa’nın, “Aşka dair ilk romanım,” dediği Hınzır Kız 1950’lerin Lima’sında alevlenip Paris, Londra, Tokyo ve Madrid’e uzanan, sönmez bir sevdanın öyküsü...
BUNU YAPMAYIN
Arka cenahla konuşup filmin içine ettiler...
Naif, keyifli, duygulu, su gibi akıp giden bir aşk filmi olarak tanıtılıyor eser. Adını vermek gerekmiyor bu arada. Ünlü bir aktörümüz oynuyor. Aşk varsa bir de kadın gerekiyor tabii ki. Ve o da var. Ünlü bir komedyenimizin eski karısı kendileri. İzlemeye başlıyorum. Ve çok geçmeden bingoooooo... Hatun arka cenahıyla arkadaşının mah cemaline sözle bir eser bırakıyor! “Bilmem nerene bilmem ne yaparım ha...” gibilerinden. Yüzümü buruşturuyorum. Yakışmıyor. Hayatta karşılığı yok. İğreti. İğrenç. Zamanı ve yeri değil arka cenahı kullanmanın. Aradan zaman geçiyor. Film akarken hatun yine aynı cenahı devreye sokuyor. Bu kez ağzını yaya yaya kullanıyor “kaka” lı cümleyi. Ben “kaka” diyorum bu arada, hatun açık adını kullanıyor. Ve bir öfke nöbeti esir alıyor beni. Ama sabrediyorum. Ve on dakika sonra o berbat cümlenin döküldüğü dudaklarını sevdiği adama uzatmaya kalkıyor ve derhal kapatıyorum ekranı. Ardından da, “Ulan elinizle yapmaya çalıştığınız bir aşk filmini entellik dantellik uğruna arka tarafınızla pisletmek zorunda mısınız” diye öfkeyle söyleniyorum bir süre...
*
İŞTE O KADAR
Sırtını sıvazlayanlara dikkat et,
bıçağı rahatça sokabilecekleri bir yer arıyor olabilirler!... Baba söz