KONUK KALEM / Bahadır

KONUK KALEM / Bahadır

‘Ne oldu bize, anlamadım gitti...’

Eski zamanlarda, elliyi devirmiş bizim gibi insanların zamanlarında sanki her şey çok daha iyiymiş gibi girilir bazen lafa. Olabilir derim. Nostalji iyidir, rahatlatır insanı. Zararı yoktur. Karlı bile çıkabilirsiniz günün sonunda. Ancak her zaman doğrunun peşinden gitmiş olmazsınız. Zira geçmişin şimdiden iyi yanları da vardır, berbat yanları da. Bu görecelidir. Neye, ne zaman, nasıl, hangi açıdan baktığınıza bağlıdır. Geçenlerde metrobüste klimanın altında soluklanırken, oturduğum yerde geçmişe dair notlar alıyordum. 40 yıl önceki hallerimizle bugünü bazı alanlarda kıyaslamaktı niyetim. Ve vaziyeti izaha yardımcı olacak teoriler peşindeydim. İşte o sıralarda duydum sesini... Karşımda oturan altmışlı yaşlarda, çelimsiz, yüzündeki kemikler çıkmış başörtülü bir kadın telefonda konuşuyor. Saklayacak bir şeyim yok havalarında, ses tonu yüksek. Sık sık sitem ediyor hayattan muhatabına. “Kimseden fayda yok” diyor, “kimse bir diğerine günahını vermiyor artık. Çalışmam lazım Ayşe, yakınlarımdan inanır mısın beş kişiyi aradım, 100 lira borç alamadım. Gidip memlekete fındık toplayacağım. Ne oldu bu insanlara? Ne oldu bize, anlamadım gitti...”

Hay Allah dedim içimden, ne çok insan muzdaripti bu dertten. Ve haklıydılar da...Ve bize bir şeyler olmuştu... Türkiye artık kapitalist bir ülkeydi diye başladım saymaya... Para çok önemliydi, bazen de her şeydi. İlişkiler paranın patronluğunda kurulup yıkılıyordu. Geleneksel aile paramparça olmuştu. Direnenler vardı hala gerçi, ama yenilgi kaçınılmazdı. Bireyselleşmek, bencillikle karıştırılıyordu. Yardımseverlik, zerafet başını alıp gitmişti. İnsanlar paylaşarak değil, daha çok tüketerek mutlu olmaya çalışıyordu. Nedeni ne olursa olsun para kaybetmek ayıp sayılıyordu. Kaybetmenin nedeninin talihsizlik de olabileceği düşünülmüyordu bile. Paranı kaybettiğinde her şeyini kaybetmiş muamelesi görüyordun artık.

İncirli’de indi kadın. Şöyle bir baktım ardından. Adımları çelimsizdi. Omuzları çökmüş,  yüzünde ifadesizlik... Ve bu kadın fındık toplamak gibi zor bir işe gidecekti. Acı bir gülümsemeyle yerimden kalkıp benden daha yaşlı birine yer verecektim ki, anında gençten bir hergele yerleşti bizim kalktığımız yere. İhtiyarla baktık birbirimize bir iki saniye ve sonra indim...

 

*

 

OKUYUNUZ

2-072.jpg 

Milan Kundera, müzikten sinemaya, resimden edebiyata sanatın çeşitli dallarında eser vermiş Oscar Milosz, Chamoiseau, Fuentes, Rabelais, Cèline, Fellini, García Márquez, Philippe Roth, Anatole France, Bacon gibi çağlarına damgasını vurmuş entelektüellerin izinden giderek, sanatın dünyayla, hayatla, gülmekle, ölümle, unutuşla, bellekle olan ilişkisini sorguluyor. Kundera, dokuz bölümden oluşan bu deneme kitabında, bir yandan sanat ve edebiyat alanlarındaki tercihlerini, deneyimlerini paylaşırken, diğer yandan da kültürel mirasın gücünü, geçmişle kopan bağları, biçimlerin ve çağların ötesinde sanatsal platformda birleşen ilişkilerin altını çizmiş “Bir Buluşma” da... Gülmeyi, sürgünü, günlük yaşamın dayanılmaz sıradanlığını ve kaos içinde denge yaratma gücünü yan yana koyup uzlaştırarak, her zamanki gibi keyifli bir okuma eşliğinde okuyucunun zihninde yeni ufuklar açmayı başarmış.

 

 

BE­YE­FEN­Dİ

Ve zaman dile geldi bir kafede

Sıcak havanın alnına yapıştırdığı nemi, bezgin bir tavırla kağıt mendille silerken, Çapa Tıp Fakültesi’nin karşılarına düşen bir kafeden içeri süzüldü Beyefendi. Demli bir çay istedi garsondan. Çayı geldiğinde aynaya bakar buldu kendini. Akşama iki saat vardı, ancak hava hala nemli ve çok sıcaktı. Kafe serin olmasına karşın hala terliyor, damlacıklar ak sakalının içinden kendine yol bulup ilerliyordu. Mendile yine iş düştü diye geçirdi içinden. Çayını yudumladı...

38 yıl diye düşündü hemen sonra. Az önce bir okulun önünden geçmişti. Tam olarak anımsamakta zorlandı. Durup uzun uzun inceledi okul ve çevresini. Tanıdık, yıllara meydan okuyabilecek kadar dayanıklı bir şeyler aradı. Bulamadı. Ya da iyi bakamadı ve göremedi. Ama dedi o üniversite sınavına girdiğim okul olmalı... O ya da ona benzer bir yer diye mırıldandı sonra. Ne fark eder ki dedi ve bir soru sordu kendine:

Önemli olan ne usta?

Zaman dedi hemen...

Evet, zaman. Tam 38 yıl geçmiş... Toy bir çocuk olarak küçük bir valizle Zonguldak’tan yola çıkmış ve sınav için buralara gelmişsin. Bilmediğin bir yer. Okulu bulmuş, kalacak bir otel ayarlamış ve buralara yakın bir kahvehanede durup çayını içmiş, tedirgin adımlarla akşamın karanlığına kalmadan oteline gitmişsin. Sınavı kazanıp üniversiteye girdiğinde bıyığın yeni terliyordu. Gür, siyah bir sakal için sabırsızlanıyor, her gün tıraş oluyordun. Ve iki yıl sonra yirmilerin başında bu da oluyordu. Ve akıp giden zaman... Toy bir delikanlıdan, dilencilerin “Hacı Dayı” diye para istediği bir adam yaratan zaman...

Hayıflanmalı mıyım peki diye mırıldandı Beyefendi.

Hayır diye geçirdi içinden garsona bir çay daha söylemek için elini kaldırırken.

Sen deneyim biriktir diye geçip gitti zaman dedi. Hayatı anla ve daha iyi bir yaşam kur kendine. Daha az hata yap. Daha kaliteli ilişkilerin olsun. Kendinle barış diye... Ve ardından zaman girdi devreye. Zaman denen şeyin, yani benim değerimi daha iyi anla. Benim kalıcı senin geçici olduğunu unutma. Azım ve sana verilmiş en büyük armağanım ben. Evet, sakalına akları ben düşürdüm, bedeninin o harika direncini epey kırdım, biliyorum. Ancak, toy zamanlarının keyfini ona katlayacak kadar deneyim verdim sana karşılığında...

İşte evlat, bunları anla diye kesintisiz akıp gidiyorum ben. Sen de mızıldanmadan akıp git hayatın içinden...

 

 

 

ANADOLUDAN

‘Oğullarım’ derken nasıl da gururluydu yaşlı kadın...

Beyaz bir yaşmağı vardı kadının başında. Beyaza çalmış perçemleri yaşmağın altından dökülüyor alnından hayatın keskin çizikler attığı nur yüzüne doğru. Gözleri hala eskisi gibi. Zeki, berrak, bakışlar duru. Akıl, zeka dolu bakışlar, nice deneyden alnının akıyla geçip gitmiş bakışlar bunlar. Ana o, Anadolu’dan bir ana. Okuması yok, yazması yok. Ama bütün oğullarını okutmuş, meslek sahibi etmiş. Kızlarının biri okumuş, diğeri de mutlu bir evlilik yaparak sevip sevildiği bir yuva kurmayı başarmış. Elinde bir albüm var yaşlı kadının. Oğullarının, torunlarının, kızlarının resimleri var albümde. Yeni tanıştığı kadınla çay içerek sohbet ediyorlar verandada. Öteki kadın albümün yaprağındaki adamlara dokunuyor parmaklarıyla, kim olduklarını, adlarını soruyor sonra. Kadının gözleri parlıyor. Usulcacık, yaşlı, pütürlü parmağını yaklaştırıyor birinci fotoğrafa. “Bunların hepsi oğullarım” diyor büyük bir gururla. Sesi diyaframdan geliyor, içten, buğulu, gurur dolu bir ses... Bakıyorum yüzüne kadının. O da bakıyor bana. Sonra çayından bir yudum alıyor. Yeniden yaşlı kadına dönüyor. Bu kez kızlarıyla torunları hakkında bilgi veriyor. Yine içten. Yine samimi, duygulu bir ses tonu... Ama o “oğullarım” demesi bir başka. Yanından izin isteyerek kalkıyorum. Kirpiklerimde epey çise birikmişti zira...

 

 

İŞTE O KADAR

Çalışmasan ne olur, çalarsan senin de olur...

Hırsız deyişi

 

 

HAYVANCA

İstanbul’da bir sokak...

Ve sıcakla nemin

harmanlanarak hayatı teslim aldığı vakitlerde bu iki nazik dostumuz karşılaşır...

3-051.jpg