Dikkat ettiniz mi çevrenize, çoğu insan maşallah yanılmaz papaz. Her şeyi bilir, her şeyin en doğrusu onların tekelindedir. Asla yanılmazlar. 40 yıl aynı yerde otlar, ama hayatı pekala bilir bu tipler. Hayatın değişimini kabul eder görünür, ama özünde reddederler. Kendi algı dünyaları dışında kalan her şey yanlıştır, sahtedir, günahtır, ayıptır, hatta yoktur bile.
Asla araştırma zahmetine katlanmazlar. Konuştukları, iddialaştıkları konu hakkındaki bilgileri; yüzeysel kırıntılar, ezberler, önyargılar, ideolojik çöpler, sloganları saymazsak yok denecek kadar kıttır.
Bağırarak konuşurlar. Karşılarındaki insanı tavırlarıyla terörize ederek sindirmek isterler. Şayet oyunu anlamaz ve sinerse muhatabı, nasıl da haklı çıktım pozlarında böbürlenir.
Dinlemek de zul gelir bunlara. Durmadan sözünüzü keserler. Yarım kalmış cümlelerinizle yargıda bulunur, güya “madara” ederler sizi. Dinler gibi görünseler bile, bilin ki, o sırada sizi alt edebilmek için cümle arıyorlardır.
Papağan gibi, kırk kez aynı şeyi tekrarladılar mı, onun doğruluğundan kuşkuları kalmaz.
Nezaketten zinhar dirhem nasiplenmemiş, hırt tiplerdir bunlar.
Yeteneksizdirler, ancak şeytanın aklına gelmeyecek numaralara başvurarak bu aczlerini perdelemeye çalışırlar.
Nadiren madalyonun öteki yanına da bakarlar. Bir yüzde olup biteni gerçeğin tümü olarak satmaya çalışırlar, işlerine orası gelirse eğer.
Zeki insanlardan kaçarlar. Zira takkenin düşüp kelin ortaya çıkmasından ölesiye korkarlar.
Bir şeyi konuşup tartışırken, sizi kendilerinden farklı düşünen biri olarak görmezler. Siz onların düşmanısınız sanki, öyle muamele görür, kırılıp dökülürsünüz.
Çok temel bir ortak paydaları vardır bu tiplerin. Kendileri en parlak yıldızlar gibi parlamaktadır aydınlıktan. Kalan her şey ise karanlıktır. Ve tanrı bunlara insanları aydınlatma görevi vermiştir. Kutsal ışıktır bunlar...
Geçen bunlardan birine rastladım, kaçamadım bir süre ve sizi uyarma görevini üstlendim.
Uzak durunuz. Ruh sağlığınız için...
BEYEFENDİ
Günümüzün ‘sivil’leri bir başka...
Otuzlu yaşlardaki mavi tişörtlü adam metrobüste kağıt mendiliyle yüzündeki teri silerken, belindeki kabarıklık açıkça, “Ben bir tabancayım ey ahali” der gibi bağırıyor olduğu yerden. Vaziyet birkaç kişiyle birlikte Beyefendi’nin de dikkatinden kaçmıyor. Adamın yüzüne bakıyor. Sonra da göz göze geliyorlar bir iki saniye. Beyefendi, bakışlarını dikkatle tabancanın olduğu yere indiriyor. Adam hafiften gülümsüyor, anladım pozlarında, ancak önlem de almıyor. Tabancanın kabzası görünüyor, tişört araya sıkışmış. Düzeltiyor bir süre sonra adam, ama konuşmaya da devam ediyor. Devlette görevli adam, açık bu. Ama nerede? Bunu da açık ediyor konuşmasında. Toplum güvenliği filan gibi bir şeyler geveliyor telefonda. Bu arada işiyle ilgili sitem etmeyi de ihmal etmiyor. Birkaç durak sonra iniyor adam. Ama Beyefendi’ye bakmayı da ihmal etmiyor. Kuşkulu bir bakış bu diyor içinden Beyefendi. Metrobüse akın ediyor millet ve Beyefendi bir durak sonra atıyor kendini dışarıya. Bir kafe, çay bahçesi, çay içebileceği neresi olursa orayı aramaya başlıyor. Yakında bir yere yöneliyor ve hasır iskemleye oturuyor. Çayı geliyor. Metrobüsteki o “sivil” düşüyor zihnine. Tuhaf diyor içinden, insanlar neden böyle? O adam neden ille de o silahını göstermek zorundaydı? Adı üzerinde sivil bu adam. Demek ki kimliğini belli etmemesi gerekiyor... Belki de bizim devlet, kimliğini açık etmesini istemiştir adamdan, olur ya, vatandaş şöyle ufaktan hızalansın beklentisiyle. Belki de hiç ortada böyle bir beklenti yoktur. Adamımız etrafına havasını basmak istemiştir. Bir tuhaflık daha dedi Beyefendi içinden. Geçmişte bu adamlar, yani ’sivil’ler iyi saklanmaya çalışırdı, ama yine de tanırdık onları. Sezerdik sivil olduklarını. Allah Allah şimdiki zamanlarda kendi kimliklerini gözlerimize sokacaklar neredeyse. Eylemlilik dönemindeki sivilleri getirdi gözünün önüne bir ara çayını yudumlarken. Gülümümsedi, bir şekilde birbirimizden haberimiz olurdu diye mırıldanırken. Ve sonra dedi ki, “Yeğenim (garsona sesleniyor) bana lütfen kafayı kırmadan bir sivil çay daha getiri misin...”
“Nasıl çay efendim” dedi garson.
“Çay, çay” dedi Beyefendi, “ne açık ne de demli, normal...”
OKUYUNUZ
“Geldiğim yerde, yarın bir gün, insan hıçkırıklarının yerine taşların çığlığı duyulacak...”
Gilbert Sinouè’nin Ortadoğu’nun yakın tarihini fon olarak kullandığı Taşların Çığlığı, Nâsır’ın Mısır’da yönetime el koyduğu 1956 yılıyla, barış yanlısı Yitshak Rabin’in fanatik bir Yahudi tarafından öldürüldüğü 1995 tarihi arasındaki zaman dilimini kapsıyor. Kırk yıllık bu süreçte bir yanda savaşlar, ekonomik bunalımlar, yükselen diktatörlükler ve terör eylemleri, bir yanda da kayıplara, acılara, yoksulluğa rağmen yaşama tutunan, özgürlük mücadelesi veren, barışa, dostluğa ve aşka inanan sıradan insanların sıra dışı yaşamları akıp geçiyor... Yazar, başrol oynamış politikacıların siyasetlerini, bitmeyen savaşları ve iktidar mücadelelerini, bireylerin yaşamlarıyla iç içe, incelikle dokuyarak anlatıyor bize...
ANADOLUDAN
Her ölüm erken ölümdür...
Onu 37 yıl önce tanıdım. Mehmet, karate çalışıyordu o zamanlar. Ben de üniversite öğrencisiydim. Karateye meraklıydım, ancak gerek üniversitedeki aktivitelerden, gerekse de karate idmanları gözümü korkuttuğundan bir türlü ders alamadım Mehmet’ten. Oysa çok ısrar ediyordu. O zamanlar omuzlarım eğik yürürdüm ve bu Mehmet’i kızdırırdı. İlle de beni dik yürütmek istiyordu. Uğraştı epey bir süre ve başardı, tam olmasa da. Sonraları, siyah kuşak sahibi oldu. Okullar açtı yurtdışında. Yüzlerce genci eğitti. Dinamik, mükemmel bir beden için ne gerekiyorsa yaptı. Zararlı her şeyden uzak durdu. Birkaç yılda bir karşılaşır, yarenlik ederdik. Ve her seferinde, kötü alışkanlıklarımı bırakmam gerektiğini ısrarla söyler, “Yoksa tez elden gidersin öteki tarafa” diye uyarırdı beni. Bir hafta önce kalp krizinden son noktayı koymuş hayata Mehmet...
“Bu nasıl olabilir” diye saatlerce beynimi yedim önceki gece. Karateci. 55 yaş. Mükemmel bir fizik ve ölüm...
Duyarlı, tam bir Anadolu delikanlısı, yürekten gülen, yardımsever, insan biriydi Mehmet. Ve derler ki, aşırı duyarlılık, beyniyle birlikte kalbini de çok yormuş.
Şairin dediği gibi, “Her ölüm erken ölümdür” Mehmet! Çok erken gittin be birader... Işıklar içinde yat...
MAZİDEN
Kurşun adres sormuyor
İran’da Şah dönemi... Sıkıyönetim var ve gece saat 21:00’de sokağa çıkma yasağı başlıyor. Siyasi polis Savak, vatandaşa göz açtırmıyor ayrıca. Tam bir baskı rejimi. Güvenlik güçlerine vur emri verilmiş. Yüzbaşı ile teğmen Tahran sokaklarında yürümektedir. Sokağın birinden kırklı yaşlarda bir adam çıkar ve ana yolda tedirgin adımlarla yürümeye başlar. Yüzbaşı tabancasını çıkarıp adama doğrultur ve sırtından vurup öldürür.
“Komutanım, daha sokağa çıkma yasağına yarım saat var, adamı neden vurdunuz” diye sorar teğmen saatini göstererek.
“Saatin farkındayım teğmen” der yüzbaşı umursamaz bir tavırla.
“İyi de efendim, o zaman neden vurdunuz adamı?” diye hayretler içinde sorar soruyu bir kez daha teğmen.
Aynı umursamazlıkla şöyle der yüzbaşı:
“O adamı iyi tanırım. O yarım saatte asla evine ulaşamaz. Nasıl olsa bu durumda da birisi vurur onu.”
Askeri rejimler, diktatörlükler, baskı rejimlerinde oluyor böyle vakalar arkadaşlar... “Sizin” i “bizim” i yok bu işin... Aman ha...
İŞTE O KADAR
“Kaybedeceğini bile bile neden mücadele ediyorsun” dedi. Öleceğini bildiği halde yaşadığını unutmuştu...
Gabriel Garcia Marquez