KONUK KALEM / Bahadır

KONUK KALEM / Bahadır

Kurumsal firmadan şaşmayacaksın!

Sabah erkenden kalktım dün. Ve bu topraklarda yaşayan milyonlarca insan gibi ben de sakarlık hakkımı kullanmak istedim sanırım. Kullandım ve gözlüğümü yaraladım. İş göremez hale geldi. İşi bilen bir uzmanın elinde beş dakikada adam olacak gibi ama. Duşumu alır almaz evden fırlayarak gözlüğü aldığım “kurumsal” firmaya başvurdum. Yetkili beyefendiye derdimi aktardım:

“Bakınız ben gözlüğü iki ay önce sizden aldım. İşte belgeler burada. Gözlüğümün ufak bir müdahaleye ihtiyacı var. Ben yazı işiyle uğraşan biriyim. Ve çok acil ihtiyacım var gözlüğe. Lütfen bana bir çözüm bulun...”

Yetkili lafı biraz da uzatarak, bana işin nasıl kısa zamanda çözülemeyeceğini anlatmaya koyuldu. Al takke ver külah epey boğuştum adamla. Gözlüksüz işimi yapamayacağımı, derhal tamir edilmesi gerektiğini ısrarla dile getirdim. Ama anlaşılan, “Efendim biz kurumsal bir firmayız” deyip duran adamın umurunda değildi derdim. Bunu anlamıştım. Sinir sistemim artık bana ait değildi. Firma “kurumsal” dı, televizyon ekranlarında anlı şanlı bir alay dalkavuk bunların reklamlarında boy gösteriyordu, ama bir faninin sıradan bir işini çözmüyordu. “Kurumsal” firma, işini gözlükle yapmak zorunda olan ve epey de para saymış olan bir müşterisine, akşama doğru uğrayınız, o da gözlüğü tamir edecek teknik ekip gelirse muamelesi çekiyordu.

Artık dükkanı adamların kafasına yıkma zamanı gelmişti. Ama bunu yapamazdım elbette.Yerine, birkaç nadide küfürle yetinerek ayrıldım olay mahallinden ve bildiğimiz mahalle gözlükçüsüne uğradım. Derdimi anlatmaya koyuldum. Bir yerinde kesti lafımı genç görevli ve şöyle dedi:

“Efendim siz bir çay için, on beş dakika sonra gözlüğünüz hazırdır.”

Yan cenahtaki kafede çayımı içtim. Söz verdiği gibi adam işini bitirdi ve seslendi bana.

Gözlüğümü teslim etti. Çok iyi iş çıkarmıştı. 10 liraydı işinin bedeli. Ödedim. Çıkmak üzereyken dükkandan, “Beyefendi siz sosyalist birine benziyorsunuz. Sakın ola ki bu ’kurumsal’ firmalarla iş yapmayın. Bunlar hizmette değil, soygunda kurumsaldır, aman dikkat edin” dedi adam.

Boş bulunmuştum ve düşünmeden gülerek “Ederim”, dedim.

Ve yol boyu iki şeyi kafamda evirip çevirdim...

Adam neden benim sosyalist biri olduğum kanaatine varmıştı?

İki, kurumsal firma hizmet mi ederdi, yoksa organize soyar mıydı insanı bu memlekette?

Bu son soru size de gelsin Atasun yetkilileri...

 

*

 

OKUYUNUZ

1-079.jpg

Yüzünde ürkütücü bir doğum lekesiyle dünyaya gelmiş Perulu bir Yahudinin, çağdaş yaşamın ikiyüzlülüklerine başkaldıran Saul Zuratas’ın akıllara durgunluk veren “değişim” inin öyküsü. Üniversitedeki parlak geleceğini elinin tersiyle iten Saul, yoksa yazgısını Amazon ormanlarında soyu tükenmekte olan ilkel bir kabileyle mi birleştirmiştir? Machiguenga kabilesinin herkesten sır gibi sakladığı Masalcı, Saul mudur yoksa? Kendini Floransa’ya, Dante’nin, Leonardo’nun, Botticelli’nin dünyasına atan Perulu bir aydın, bir sanat galerisinde rastladığı bir fotoğraftan yola çıkarak, eski arkadaşı Saul’un izini sürecektir. Saul, Mario Vargas Llosa’nın bugüne kadar yarattığı en çarpıcı, en olağandışı karakterlerden biri. Llosa, “Masalcı” da, yitirdiğimiz bir dünyaya, kökenlerimizin dünyasına götürüyor okuru...

 

*

 

BE­YE­FEN­Dİ

Yazın dağ başındaki çam ağacı

İnsanların arasına karışmak yerine doğaya karışmayı tercih ederdi. Ve ne zaman yaz mevsimi gelse, sahillerde kısacık bir süre oyalandıktan sonra dağlara vururdu kendini Beyefendi. Ve ne zaman yolu dağlara düşse, hep aynı ağaca giderdi. Koca bir çam ağacıydı bu. Yaşlıydı ağaç. Kocamandı. Dalları, yaprakları, kabukları, her şeyi yaşlıydı... Gölgesinde serin dağ rüzgarlarına değil bağrını, bütün ruhunu açardı Beyefendi ve orada olabildiği için kendini şanslı hissederdi. Münzeviydi biraz, insandan uzak olmayı tercih eder, kendi içindeki kıyametlerle boğuşurken, dışarıya dingin bir adam havası verirdi. Bu da onun neden dağları, yalnızlığı, doğayı, kocaman çam ağaçlarını sevdiğini açıklamaya yardımcı oluyordu elbette. Sırtını yaslardı bu 2 bin metre yükseklikteki ağaca Beyefendi, kentleri bunaltan yaz sıcaklarını ve nemi ardında bırakarak. On beş yıl önce yol da açılmıştı tepeye, ancak yürümeyi tercih ederdi o. Sabah babasının evinden çıkar ve yaklaşık 10 kilometrelik bir yolu yürürdü, sırf o ağacın altında olabilmek için. Yolda küçük çeşmelerden buz gibi sular akardı. Avuçlarını dayardı suyun aktığı yere. Ve kana kana içerdi avuçlarından buz gibi suyu. Sonra donmak üzere olan elini önce alnına, sonra yanaklarına, sonra da ensesine götürür ve devam ederdi yoluna. Yükseklere ulaştıkça giderek artan serinliğin keyifini çıkarır, oralarda olma kararı verdiği için kutlardı kendini.

Sırtında mutlaka bir mont olurdu o yükseklikte ağustos ayında bile. Serinliği önce o mont sonra da ruhu karşılardı. Ağaca yaslardı gövdesini Beyefendi. Gözlerini kapatır, doğanın senfonisini dinlerdi. Binbir çeşit bitkinin, çiçeğin kokusu doyururdu ruhunu.

Çimenlere, çiçeklere, çayırlara, ağaçlara, yapraklara, böceklere, dallara, üstünde başında kaygısızca dolaşan karıncalara bakardı, o dağın başında sırtını kocaman ağaca yaslamışken. Derin soluklar alırdı arada bir. Ve otuz yıl içtiği sigarayı bırakmakla ne kadar da doğru bir karar verdiğine bir kez daha hükmederdi.

İkindi vakitlerinde ise annesinin hazırladığı erzakı çıkarıp afiyetle mideye indirirken anaya da sıcak bir selam sarkıtarak dönüşe geçerdi.

Ve yolda, “Sanırım bir kez daha hayatı geride bsırakıyorum” cümlesini defalarca kurardı...

 

*

 

ANADOLUDAN

Bu topraklarda bir kadın kahraman ve kadın yazar

Geçenlerde ekranda dolaşırken Buket Uzuner’in konuk olduğu bir proğramda durdum. Başarılı yazın insanı Uzuner son kitabını anlatırken heyecanlıydı. Az buz değil, epey heyecanlıydı romancı. Yazan biri olarak bilirim elbette bu heyecanı. Yeni bir kitap çıkıyor sonuçta. Sizin evladınız gibi o. Tutacak mı, okur beğenecek mi, eleştirmenler ne diyecek? Rakipler burun kıvıracak mı? Efendim yayınevi yetkilisi hüsrana uğramış bir surat mı gösterecek yazara, yoksa memmuniyet belirtileri mi sergileyecek? Çok az yazar para kazanır bu işten, ama olur ya, kazanmak mümkün olacak mı? Ve benzeri bir alay soru geçer yazarın kafasından. Ancak Uzuner’in heyecanlanmasına bunlardan daha çok, kahramanı neden oldu gibime geldi. Başarılı bir kadın yazar; başarılı, sıradışı, özgür, uyumsuz, boyun eğmeyen bir kadını anlatıyor kitapta zira. Bu heyecanlandırıyor. Bir şey daha... Bu toprakların kadim kültürü... O kültürün kadına verdiği muhteşem değer. Binlerce yıl önce bile erkekle neredeyse eşit haklara sahip bu topraklarda kadın. Söyleşiyi sonuna kadar izledim ve keyif de aldım. Ama bir şey üzdü beni. Hitit uygarlığına da vurgu yapacak bir çalışma düşünmüştüm geçen yıl. Erteledim. Ama yazar ertelememişti...Üzüldüm, hayıflandım... Hayatın hızlı aktığını hala anlayamamıştım...

 

*

 

ÇOCUKÇA

Ne anlatır bu küçük adam...

2-062.jpg

Bir park burası... Önde genç bir adam, ortada bu küçük adam, arkada da genç bir kadın. Bir aile... Parkta eğlenmiş ve dönüşe geçmişler. Hava sıcak, ama küçük adam pek dert etmiyor. O sorumlu biri, ciddi, fedakar, elindeki çantayı anne ve babasına taşıtmayacak kadar kibar, hayatı bu yaşlarda öğrenmeye kararlı biri. Bir kahraman o. Dahası da var elbette... Ama başka cümlelere gerek yok. Demem o ki, yüzüne iyi bakın, bu küçük adamın ne çok şey anlattığını göreceksiniz...

 

*

 

İŞTE O KADAR

Neşeniz, maskesi düşen kederinizdir.

Halil Cibran