Doğduğun küçük ilçede 15 yaşına kadar yaşıyor, ilk ve ortaokulu okuyorsun. Kişiliğinin önemli bir kısmı oralarda şekilleniyor, ama o zamanlar farkında değilsin bunun. Sonra orta halli bir kente göçüyor, liseyi orada bitirip, metropolde üniversite okuyorsun. Dilini o taşra kasabasının şivesinden kurtarıp olabildiği kadar “adam” ediyorsun. Tam 40 yılın veriyorsun bu dünya kentine, girip çıkmadığın sokağı, girmediğin taşının altı kalmıyor. Ve sen oralısın artık. Ama doğup 15 yaşına kadar yaşadığın ilçene de aitsin. Ne İstanbul tam olarak ifade ediyor seni ne de ilçe... O zaman diyorsun ki ben iki vatanlıyım. Ve ekliyorsun hemen:
Kim bilir belki de iki kere yabancı...
Ama bütün bunları nasıl anlatabilirsin ki, “Hemşerim, sen bizum burali değilsun gibime geldi” diyen ilçendeki orta yaşlı çaycıya 40 yıl sonra...
“Ben de buralıyım” diyorsun kibarca. Adamın anlamadığını anlıyorsun. Adam henüz gitmişken yanından, lafı düşündürtüyor seni. İyi de ben nereliyim o zaman? Kendimi nereye koymam lazım? Metropol ilişkilerini içselleştirmiş biri olarak sığabilir misin buralara usta?
Kalmaya karar verirsen diyorsun içinden, öğreneceksin hayatın çok yavaş aktığı bir yerde nasıl yaşanması gerektiğini.
Düşünüyorsun... Adam acaba tipime bakarak mı bu kanıya vardı, yoksa şivene mi takıldı? İkisine de olmasın! Neyse diyorsun, ama haklı adam. Taşra kasabalarına özgü kalıplara uymuyorsun. Şivesize yakın Türkçe konuşuyorsun. Teşekkür ediyorsun. İnsanlara nazik davranıyorsun. Konuşmaktan çok dinliyorsun. Yüksek sesle konuşmuyorsun. Olgun ve sabırlısın. Çok meraklı biri de değilsin. Oysa ilçede yabancı olarak görülen anında süzülür uzun süre. Kim olduğu anlaşılana kadar da kuşkulu ve sorgulayan bakışlar hep üzerinde olur. Sen öyle değilsin ama. Kendinle ilgilisin...
Ekmeğin bir kulağını daha dayanamayıp koparıp ağzına götürürken babanın evinin yolunda bunlar geliyor aklına. Yürüyorsun. Nerelisin sen usta... Bir yerli olmak ne demektir? Ne kadarın oralıdır? Ne kadarın yabancı? Olabilir mi bu, bir insanın iki vatanı olabilir mi?
İşte böyle usta diyorsun içinden, hayat getirip bırakırken seni Araflara...
Ve yaşlı annen o hiç yaşlanmayan yumuşacık bakışları yüzünde gezinirken, “Hoş geldin oğlum” diyor sana eve vardığında...
*
BEYEFENDİ
5 liralık kravat 400 liraya gitti!
25 yıl kadar eski zamanda İzmit’e düşer yolu Beyefendinin. Trenle seyahat etmektedir. Haydarpaşa-İzmit arası 2 saate yakın çekmektedir. Beyefendi biraz tuhaf huylara sahiptir o zamanlar. Absürd, bayağı, cafcaflı, rengarenk, tuhaf ucuz kravatları satın alarak hiç uymayacak takımlarla takar. Ve mutlaka birilerinin aşırı ilgisini çeker bu kravatlar ve böylece gerçeküstü bir sohbet başlar. Beyefendi gülme malzemesi elde etmiş olur. O gün de elinde kitabı, giysisine hiç uymayan gökkuşağı renklerini kuşanmış kravatıyla oturmaktadır trende. O sırada adamın birinin kendisini dikkatle ama belli de etmemeye çalışarak izlediğinin farkına varır, ama aldırmaz. Çok geçmeden karşısındaki orta yaşlı, iyi giyimli, sonradan görme varlıklı biri olduğu anlaşılan uzun boylu kalıplı adam, konuşmak için uğraşmaktadır. Beyefendi okumaya çalışır bu koşullarda ama beceremez. En iyisi adama yanıt vereyim der. Ve aralarında temelinde kravatın olduğu bir konuşma başlar. Adam kravatı çok beğendiğini söyler. “Ayıptır söylemesi ama bu harika malı nereden ve kaç paraya aldınız acaba” gibilerinden muhteşem bir soru sorar. Teşekkür ederek soruyu kibarca yanıtlamaz Beyefendi. Ama adam ısrarlı biridir. İlle de öğrenmek ister. Beyefendi dayanamaz ve o berbat kravatı Paris’ten aldığını, aşağı yukarı fiyatının şimdiki TL bazında 200 lira olduğunu söyler ve artık adamın kendisini rahat bırakacağını umar. Ama öyle olmaz. Adamın gözlerinin içi parlar ve bir hamle daha yapar. Yalvarır gibi, “Beyefendi kaç para isterseniz veririm. Bunu bana satın lütfen. Ne olur... Lütfen... Buna çok ihtiyacım var” der.
Artık kayış kopmuş, adam kravata kafayı takmış ve ikna olması mümkün değildir. Beyefendi müstehzi bir gülüşle, “400 TL” der, “nakit” der.
Adamın yine gözlerinin içi parlar. Cebinden bir tomar para çıkartır. Sayar ve Beyefendi’nin avucuna bırakır. Sonra 5 liralık kravatı alır, özenle söküp bağlar ve boynuna geçirir. Ve arkasına yaslanıp gözlerini kapayarak mutlu mesut döner kendi dünyasına...
Beyefendi ise içinden gülmekten kitap okumayı başaramaz. Ve o da adam gibi uyuklama moduna geçer...
*
OKUYUNUZ
Nobel edebiyat ödüllü Herta Müller’den, sarsıcı bir roman: Keşke Bugün Kendimle Karşılaşmasaydım. Müller bu eserinde sürekli yeni çehrelere bürünen ve adına hayat da denen aldanışın, hayal kırıklıklarıyla hayatını inşa etmeye çabalayan bir kadının öyküsü... Herta Müller’in kahramanının yolculuğu, yaşamın yükünü, geçmişin acılarını, ilişkilerin imkânsızlığını kapsıyor; sevgi işkenceye, işkence bağlılığa, bağlılık yalnızlığa dönüşüyor. İhbarcılar her daim kapı önlerinde dolanıyor, herkes birbirini gözetliyor, sorgular bitmek bilmiyor. Bizi yere çalmaya yeminli bu dünyanın üzerinde, dilenecek tek şey var belki de:
Delirmek...
*
SOSYAL MEDYA
Belki de sosyal çukur
Sosyal medya artık hayatlarımızın bir parçası... Adam gibi kullanmak mümkün elbette, ancak bunu becerdiğimiz söylenemez. Hemen her şeyi dejenere edip kendi yüzüne bakamayacak hale getirdiğimiz gibi bu alanı da öyle yaptık. Küfür kıyamet, aşağılama, ırkçılık, hırtlık, hoyratlık, bu denetimsiz ortamda başını alıp gidiyor. Bu arada elbette akıl verenler, felsefe yapanlar da var. Bayramın ilk ve ikinci günü meraktan biraz dolaştım bu alanda. Ve sonra keşke merak etmeseydim diye kaçtım...
Buyurun kısacık bir tur... İki cümleyi bile laf kalabalığına boğan çok. Vaziyeti politikaya sararak IŞİD gibi örgütlerin olduğu bir coğrafyada bayram mı kutlanırmış diyen mi ararsınız. Var. Efendim, her şeyin sorumlusu bilmem hangi partidir. Çok sayıda insan buna karar vermiş. Kadınların vurulduğu bir ülkede bayram da neymiş. Görüş işte... Eşitliğin olmadığı yerde bayram, yok be... Bakın bu da görüş... Devam... Tanıdığım ve hayatında kendileri dahil kimseye faydası olmamış bazı benciller de görüş beyan etmiş. Efendim, bayramı yüreğinin en sade ve derin haliyle kutluyormuş... Heceleme yok çoğunda, harfler düşmüş, kelimelerin ağzı burnu dağılmış. Cümleler acı çekiyor...
Demem o ki, bütün bu alengirli laf salatasına gerek yok. Doğrudan üç dört yalın sözcükle kutlayın bayramımızı olsun bitsin...
*
İŞTE O KADAR
Yazar, başkalarından daha zor
yaşayan biridir.
Thomas Mann
*
*
HAYVANCA
Kuş aklı işte...
İstanbul’da insanların kuşlara tekme sallamadığı bir yer burası. Kadraja girmeyenler de dahil en az 10 kuş var. Bir de mısır... Hepsi de önünden yiyor. Gerçi küçük gözler çevreyi tarıyor, ama hayat bu, tedbiri elden bırakmak olmaz. Kavga, gürültü yok. Nevaleden hepsi nasipleniyor. Hiçbirinin aklına nevaleye el koyarak fahiş fiyattan diğer kuşlara satmak gelmiyor. Eh, akılsızlar ne olsa diye düşünmek gerek! Çıkarlarından habersiz bu yaratıklar! Hayatlarında “satış” diye bir kavram yok! Yazık...