Sadece et ve kemik yığını değiliz elbette. Kimine göre ruh, kimine göre iç dünya, kimine göre, manevi, ruhani bir büyük alanımız da var bedenle birlikte. Manevi, (ruhani de olur) evren derim ben bu alana. İnsanın iç dünyasıdır burası. Ve orada olup biten, olması muhtemel, olmayan her şeyi kapsar. Ve insanı insan yapan iki temel alandan birisi orasıdır. Orada insanlaşırız. İç hesaplaşmalarımız, vicdanlarımız oradadır. İyi biri miyiz? Kötü müyüz yoksa? Belki de iddia edildiği üzere iyilik ve kötülük bile görecelidir. Ve tanım yapmakta zorlanırız. Orada sayısız şey olup biter.
Neyse, gelelim şimdi asıl derdimize...
Geçenlerde dinle arasına mesafe koyan bir arkadaşla söyleşirken, insanların ruhani bir evrenleri olduğundan söz ettim. Ve daha o “ruhani” sözcüğü ağzımdan çıkar çıkmaz arkadaşın yüz hatlarının sertleştiğini, bir anda sanki göz bebeklerinde kuşku bulutlarının gelip geçtiğini gördüm. Sanki, yahu usta sen de mi dindar biri olup çıktın gibilerinden bir tavır gibi... Ancak üzerinde durmadım. Havadan sudan söz ettik bir süre. Ama anlaşılan başka zamanlarda epey süre paylaşımda bulunduğum bu arkadaşla sohbet kuru gidiyordu, tatsızdı, tatminden uzaktı. Çok geçmeden de bitirmiştik. Ancak evde yakama yapıştı bu konu...
Evet, kavram kargaşası başını alıp gitmiştir bu topraklarda. İnsanlar dertlerini anlatabilecek cümleleri kuramıyor, duygularını tanımlarken bile hata üstüne hata yapıyor. Evet, tamam da, birinin “İnsanın bir de ruhani evreni, manevi tarafı var” demesi o insanı dindar biri yapar mı? Söylenenin bununla nasıl bir alakası olabilir?
Yok elbette. Ama alakaya çay demleyen çok! Oysa ikisi tümüyle ayrı şeyler. Biri insanın iç dünyasını, düşüncelerini, değerlerini, hayata bakışını, davranışlarını, kalıplarını, velhasıl “nasıl biri” ve “nasıl bir ruhsal iklimde yaşadığını” ima eder. “İç dünya” dır orası. Diğeri ise adı üstünde din. Bir inanç sistemi...
Durum iyi değil diye söylendim birkaç kez. Kavram kargaşasının içine neden bu denli rahat düşebiliyor bazı insanlar?
Laik yaşam tarzını bir kimlik gibi taşıyanların, bu topraklarda yaşayan ezici çoğunluğun dini ve değerleriyle asıl derdi ne?
Evet, iki soru... Yanıtlar ise bir başka yazıya...
*
BEYEFENDİ
‘Ana rahmi bile güvenli değilmiş’
Gece yarısı geride kalmıştı. Uzak şehir ışıkları zorlukla seçilebiliyor pencereden. Ürperdi bir an televizyon ekranının karşısında. Altmışlı yaşlarda, çocuklarını evlendirmiş, ekonomik sıkıntısı olmayan, sevilen, seven bir adamdı Beyefendi ve görünüşte onu mutsuz edebilecek bir şey yoktu.
Ta ki televizyondaki yaşıtı adamın kurduğu birkaç cümleyi dinleyene kadar...
Takıntılardan, mutfak tüpünün kapalı olup olmadığını defalarca kontrol eden, evden çıkarken en az on kez cüzdanını yoklayan insanlardan söz ediyordu. Bankadaki hesaplarını sık kontrol edenlerden... Eşinin dostunun, çocuklarının kendisini sevip sevmediğini sık sık delicesine merak edip, bu merakı giderebilmek için didinip duranlardan... Kendisi olmakta zorluk çekenlerden söz ediyordu adam.
İşte bunlar ürpertmişti onu. Bu takıntılar, kontrol manyaklıkları, rasyonel bir temeli olmayan meraklar, korkular, kendini bir türlü sevememe, benimseyememe halleri...
Kanalı değiştirdi. Sonra yerinden kalkarken televizyonu kapattı. Radyo 3 iyi gider diye düşündü ve açtı. Klasik müziği severdi. Pencereye giderek şehir ışıklarına baktı bir süre. Dönüp usulca yatak odasına geçerek karısına yaklaşıp nefesini dinledi. Yine usulca açılan ayağının üstüne çekti yorganı. Pencerelerin kapalı olup olmadığıını bir kez daha kontrol etti. Aşağıya indi sessizce. Buzdolabından beyaz peynir tabağını çıkardı. Su ısıtıp sallama çay koydu kendine. Dış kapıyı kontrol etti. Cüzdanına göz attı. Yerindeydi. Radyatöre el attı. Kaloriferin artık istirahate çekilmek üzere olduğu anlayarak başını salladı. Elinde bardakla birkaç tur attı salonda. Bir ara aynadaki kendisine takıldı bakışları.
Hüzün var bu bakışlarda dedi içinden, hiç bitmeyecek, derin, yaralı, senin hüznün bu...
Ve sonra içinin derinliklerinden eski zamanlardan bir kadının sesi çıkıp geldi çağlayan gibi...
“Babanla evlendiğim için deden çok öfkeliydi bana. Annemi görmeme izin vermiyordu. Birgün evde olmadığını düşünüp anneme gittim. Evdeymiş. Eline koca bir sopa geçirip düştü peşime. Sana sekiz aylık hamileydim. Hışımla kovaladı beni. Fırlattığı sopa sırtıma indi birkaç kez. Ama gençtim. Kaçtım. Kaçtım. Kaçtım... Karnımda sana koca ellerimle sarılarak... Sonra yoruldu ve kurtulduk. Hayatını dedenden daha hızlı koşmama borçlusun yani...”
Derin bir iç geçirdi Beyefendi. Bir damla gözyaşını sildi elinin tersiyle. “Bu dünyada ana karnı dahil hiçbir yer güvenli değilmiş meğer” diye söylendi hüzünle ve eşinin yanına sokularak sımsıkı sarıldı...
*
OKUYUNUZ
Geleneksel toplumda dinin sahip olduğu o ayrıcalıklı konum, Batı’nın modern toplumlarında haberlere aittir. Fakat her gün maruz kaldığımız bu haber bombardımanını o kadar kanıksamışızdır ki, bu kadar önemli bir şeyin etkileri üzerine pek durup düşünmeyiz. Alain de Botton, Haberler’de bu şaşırtıcı boşluğu doldurmaya çalışıyor. Çeşitli vakaları derinlemesine analize tabi tutarak sorular soruyor ve bunların cevabını arıyor: Felaket haberleri neden aslında moralimizi düzeltir? Ünlülere neden bu kadar meraklıyız? Yolsuzluk ve skandal haberleri neden bu kadar ilgi çekicidir? Uzak ülkelerde yaşanan trajediler neden bize bu kadar sıkıcı gelir? Botton’un bu çalışması bir tür “haber kullanma kılavuzu” olarak düşünülebilir...
*
METROPOL ADAMI
Koşarken sokakta tıraş
Sabah saatleri... Bir zamanlar herkesin rahat olduğu, koşturulması gereken işlerin sayısının az olduğu bir kentti İstanbul. Ama artık çok şey gibi bu da değişti. Hayat hızlı. Bir koşturmacadır gidiyor mega kentin sokaklarında. Adam bir yandan Marmaray’a yetişmeye çalışıyor, diğer yandan şarjlı tıraş makinasıyla sakalını kesiyor. Hızla geride bırakıyor insanları istasyonda. Hıza alışmış, hızdan para kazanan metropol insanının tüm halleri var adamda. Kentli ve çalışan birey. Rekabetin sert olduğu bir işin erbabı olsa gerek. İnsanların, “adama bak hem koşuyor hem de tıraş oluyor” yollu bakışları zerre rahatsız etmiyor otuz beşlerindeki adamı. Tam da o sırada, bir de telefonu çalsa bu adamın, acaba ne yapacak diye içinizden geçiriyorsunuz. İşte o da oluyor. Susturuyor makinayı ve daha akıllı makinayla bir iki laf ederek kapatıyor. O sırada yürüyen merdiveni geride bırakıyor. Aşağıya platforma iniyor. Marmaray başını gösteriyor otuz kırk metre öteden. Adam çantasına atıyor makinayı. Kravatını düzeltiyor. Çantadan kağıt mendilini çıkarıyor sonra ve zorlu uğraşın yarattığı ter taneciklerini siliyor, alnı ve ensesinden...
*
SOKAKLARDAN
Dost sohbeti bitti, artık trend ‘akıllı’ telefon sohbeti
Bu delikanlılar iki yakın arkadaş. Yirmili yaşların başında ikisi de. Bu harika çiçekli gölgelik alana kadar sohbet kıyamet geldiler. Zira yolda ellerinde akıllı denilen bu android telefonlardan yoktu. İnsan bakınca, içinden diyor ki, şimdi burada bu iki genç keyifli bir sohbetin tadını çıkaracaktır mutlaka. Ama böyle olmuyor. Gençlerden biri bağdaş kuruyor çimene, diğeri bacaklarını uzatıyor. İkisi de aynı anda davranıyor akıllı cep telefonlarına. Ve ardından da uzun bir zaman birbirlerinin varlığından habersiz bir halde muhteşem bir sohbet gerçekleştiriyorlar akıllı telefonlarıyla...