O kadar çok korkuyoruz ki yalnızlıktan, olmadık işler getiriyoruz başımıza bu yüzden. Yalnızlık kahvehanelerde asker ediyor bizi. Erkek erkeğe gece yarılarına kadar zaman öldürüyoruz. Yalnızlık korkusundan hiç de bir arada olmaktan haz etmediğimiz insanlarla ömrümüzü geçiriyoruz. Özgür olmanın bedellerinden biridir yalnızlık. Ve biz korkularımız yüzündan uzak duruyoruz özgürlükten bile. Kadın çocuk doğuruyor, günlere gidiyor, dizi manyağı olup çıkıyor yalnızlıkla baş edebilmek için. Sevmediği bir adama katlanıyor yalnızlık korkusundan kadınlarımız. Gençler ya yalnızlıklarını sanal dünya ile gidermeye çalışıyor ya da çok da matah olmayan bir gurubun üyesi olmakta buluyor yalnızlık korkusundan kurtulmanın yolunu. Yalnızlık korkusu, tek başına yapılması gereken, uzun zaman ve sabır gerektiren işlerden de uzak tutuyor bizleri.
Tam da gitmek gerektiğinde bile alıp başımızı gidemiyoruz korkudan.
Koşullar bazen sürgüne gönderir insanı yaban ellere ve biz oralarda yeni bir hayat kurmak yerine eskiye özlemle kıvranıp dururuz.
Kendimizle arkadaş olamadığımız için tek başına kaldığımızda şaşırıp kalır, ürpeririz.
Bizleri meşgul ederken keyif de verebilecek hobilerimiz yok denecek kadar azdır, çoğunlukla tek başımıza yas tutamaz, eğlenemez, üzülemez, ağlayamaz, sevinemeyiz.
Yalnızlık korkusu eksiklerimizi çoğaltır, hayat yolunda yürüyebilmek için koltuk değneklerine ihtiyaç duyarız. Bu da bağımlı kılar bizi başkalarına.
Düşüncelerimizi dile getirmekten çekiniriz. Zira, dışlanıp yalnız kalmaktan korkarız.
Ve bütün bunların izahı yalın aslında...
Yalnızlığı tanımıyoruz. O bilinmedik, sırlarla dolu bir düşman sanki... Ve o düşmanla nasıl baş edebileceğimizi bilmiyoruz.
Korkularımız aslında bu yüzden...
OKUYUNUZ
Soğuk Savaş’ın zirve yaptığı 1960’lar... Alex Leamas, İngiliz istihbaratı için yıllarca sürdürdüğü görevinin ardından yorgundur. Pek çok şey görmüş, pek çok adamını Doğu Alman istihbaratı ile oynanan karanlık ve sisli satrançta yitirmiştir. Teşkilat, İngiltere’ye dönen Leamas’tan son bir görev ister. Doğu Almanya’ya geçmeli ve ülkesine ihanet etmelidir. Ancak İngiliz istihbaratının yaşlı kurdu George Smiley’nin, Leamas’ın arkadaşı olan genç bir kadına yardım etmesiyle operasyon felaketle yüz yüze gelecek ve yorgun casus kendini korkunç bir politik oyunun pençesinde bulacaktır. Dünyanın en iyi casus romanı yazarlarından John Le Carrè’den, “Tüm zamanların en iyi casus romanı SOĞUKTAN GELEN CASUS...”
Keyifli okumalar...
BEYEFENDİ
Karakter belirler kaderin ne olacağını
Uzak geçmişte öğrendi Beyefendi, bazı acılardan kaçamayacağını. İşte o zamanlar anladı bazı yaraların asla kapanmayacağını. O zamandan kalmadır, diline pelesenk ettiği, “Biz yaralarımızdan tanırız birbirimizi” cümlesi...
Bazı yaraları bizzat kendisinin davet ettiğine de tanıklık etti o zamanlar. Ve irkildi. Ama bunun nedenlerini tam olarak algılayabilmesi için hayattan biraz daha dayak yemesi, pişmesi, hatalarından dersler çıkarıp olgunlaşması gerekmişti. Zamanla bu da gerçekleşti... Ve Beyefendi, şu teorinin savunucusu oldu:
Karakterin ne ise kaderin de odur...
Yani karakterinden kaçamadığın için onun dayattığı kaderinden de kaçamıyordun. Ama, oyun alanını biraz olsun genişletmek mümkündü yine de... Kaderinin orasını burasını düzeltebiliyor, eğip bükebiliyor, içinde birkaç sığınak inşa edebiliyordun. Ve böylece kader denen korkutucu, emredici güce katlanabiliyordun. Ve zamanla onunla yaşaman gerektiğine hükmediyor, dervişane bir tavırla boyun eğebiliyordun.
Ancak başta ucundan kıyısından da değindiğimiz hallerin yakanı bırakmaya niyeti yoktur. Zira acıyı davet ediyorsan, onu yaşayacak olan da sensin. Acıyı davet ediyorsan, duyguların kırılgan demektir. Ve kırılgan duygularınla başın beladadır. Yaralarından tanıdığın yaralı insanları kendine çekiyorsundur. Çoğu zaman onların yaraları da senin oluyor, ama seninkileri kiraya bile veremiyorsun.
Başkasına devredilemeyen ve kapanmayacak yaralar... Kaçamayacağın bazı acılar... Emreden, hükmeden, en temel yanlarına karşı koyamayacağın bir kader...
“Eyvallah” dedi Beyefendi, elini kalbinin üzerine götürüp hafiften öne eğilerek.
Birlikte yaşayacağız...
Ölüm bizi ayırana dek...
Aman ha...
Çocuğu intihar etmiş babaya haberci uzatıyor mikrofonu. “Bir derdi yoktu, şok olduk” diyor acı içinde baba.
“Çocuk son hamleyi yapana kadar kim bilir kaç kez belli etti niyetini, ölüm bağıra bağıra geldi aslında” diyorum içimden, hüzünle.
İŞTE O KADAR
Kadınlar Günü ile ilgili büyük laflara gerek yok, eşitlik ve hak direnişlerine destek ol yeter.
GEÇİP GİDERKEN
Cenazelerimizden bile nemalanan tipler var
Şairin dediği gibi, “Her ölüm erken ölümdür.” Erkenden giden, mutlaka ardında bir yığın proje bırakmıştır. Yaşar Kemal için de böyleydi kuşkusuz. Yaşar ağabey verdiği devasa eserlerin yanında, yapmayı planladığı neler vardı kim bilir... Ama olmuyor işte. Bir yerde bu dünyadaki yaşam bitiyor. Gidiyorsun...
Buraya kadar her şey hayatın doğal akışına uygun. Ancak o akışa uygun olmayan, öfkelendiren, mide bulandıran bir şey var ne yazık ki...
Ustanın cenazesindeki zevattan bazılarına dikkatle bakıyorum. Orada olmaması gereken tipler bunlar. Hayatları boyunca yazarı benimsememiş, küçümsemiş, türlü lakaplar takmış birileri o fotoğraf karesine girebilmek için yırtınıp duruyor. Çevrede mikrofon arıyor zırvalamak için. Suratlardan ikiyüzlülük yerlere akıyor. Cenazelerimizden bile nemalanmaya çalışan sahtekarlar türedi ne yazık ki. Aramızdan ayrılanı edebiyle ebediyete uğurlayamıyoruz bu tipler yüzünden...
SOKAKLARDAN
Bu çocuklar öfke dolu ve hayatı ‘sert’ yaşayacaklar
Küçüklerin yaşamak zorunda kaldığı bu yerleri anlatmaya gerek yok sanırım. Fotoğraf çok iyi anlatıyor vaziyeti. Ancak birkaç kelama da izin verin... Bu çocuklar savaştan kaçıp gelmiş. Sayıları çok fazla. Ülkemizde de benzer koşullarda yaşam savaşı veren milyonlar var. Yoksul, çaresiz, pislik içinde, güvencesiz, zerre kadar gelecek beklentisi olmadan soluk alan çocuklar bunlar... Efendiler... Bu çocuklar büyüdüğünde hayatı sert yaşayacaklar. Öfke dolu olacaklar. Ne dersiniz, bu iş için bir önleminiz, mesela yeteri kadar gaz stoğunuz var mı?