Geçenlerde bir yerde okuyunca içimi ferahlatan, ama düşünmeye de sevk bir nota rastladım. Mealen şöyle bir yazıydı... Yaşlı çifte, 65 yıl evli kalmanın sırrını sorarlar. Sonradan anlaşılır ki, ikisinin de yanıtı aynıdır, ancak kadın söyler sözü: “Bizim zamanımızda, kırılanlar tamir edilirdi. Şimdilerde olduğu gibi çöpe atılmazlardı. Ondan işte...” Yoğun kentleşmenin, insan ilişkilerinin lime lime olmasının, kapitalist sistemin yarattığı tahribatın tam da izahı gibi sanki diye geçirdim içimden. Bu iki yaşlı, bilge değil elbette. Ancak bir hayat yaşamışlar. 65 yıllık evlilik deneyimi, hayata ışık tutacak laflar edecek kadar pişirmiş bu insanları. Oradan annemin, babamın yaşadıklarını düşündüm. Tanıdığım yaşlı insanlar sonra. Okuduklarım, tanık olduklarım. Yaşlıların dünyası üstüne biriktirdiklerim. Yazı serüveninde karşılaştığım uzun süre evli kalan çiftler... Bütün bunlar hep bir şeyler anlattı
bana. Sabır, saygı, anlayış, hoşgörü, tevazu, vicdan, merhamet... Bu hasletler yetiyor diye düşündüm, kadın ile erkek arasındaki kaliteli bir ilişki için. Ve bunu başarmak için de Oxford gibi bir okul bitirmek gerekmiyor. İnsan olmak yetiyor işte... Ama diyorum sonra günümüzde ilişkilerimizi neredeyse pankraeas güreşine döndürdük. Yerden yere vuruyoruz birbirimizi acımazca. Kırılmak ne kelime, ufacık bir çizik halinde bile kaldırıp çöpe atıyoruz partnerimizi. Zira kapitalist sistem, “bak bak, ondan çok daha iyi niceleri var burada ha, at onu ve gel,” diye avazı çıktığı kadar bağırarak ayartmaya çalışıyor bizleri. Ve bizler artık eski zamanlarda olduğu gibi bilerek ya da istemeden kırdığımız kalpleri tamir etmiyoruz. Bir an önce kaldırıp çöpe atarak, “önümüze bakalım” diyoruz. Oysa
önümüzde insani bir şey yok. Ürkütücü bir yalnızlık, yıkıcı rekabet, sevgisizlik, hoşgörüsüzlük ve merhametsiz bir dünya bekliyor bizi orada.
*
OKUYUNUZ...
Yolculuk ettiğim günlerden birinde bir adada başı insana benzeyen, ayakları demirden olan koca bir yaratık gördüm, toprak yiyip deniz içiyordu. Uzunca bir zaman onu uzaktan izledim... Sonra yanına yaklaşıp, “Hiç doymayacak mısın, açlığın hiç dinmez, susuzluğun hiç geçmez mi?” diye sordum. Ve bana şöyle cevap verdi: “Evet, doydum, hayır, daha doğrusu yiyip içmekten yoruldum; ama yarın yiyecek toprak ve içecek deniz bulamam diye korkuyorum.” “İnsanlık Yalnızlığında Oturur” Halil Cibran’ın diyecek çok şeyi olduğunun bir başka kanıtı...
*
BEYEFENDİ
Borç para isteme sanatı
Hayatın zorladığı zamanlardı. Kendini nasıl becerdiyse bir kez daha parasız bırakmıştı Beyefendi. Mümkünse yakın arkadaşların birinden borç para bulmalıydı. Ve kendisini o sıkışıklıktan çekip alacak parlak bir fikre ihtiyacı vardı. Ve kul sıkışmayınca Hızır yetişmez atasözünü düstur edinerek düşünce odasında istihareye yattı. Birkaç saat sonra bir fikre sahipti! Arkadaşını arayıp derdini anlattı. İşi başından aşkın varlıklı arkadaşı, “Şimdi seyahatteyim. Yarın ya da öbürgün bana hatırlat” dedi tok bir ses tonuyla ve kapattı telefonu aceleyle. Canı sıkıldı Beyefendi’nin, ancak zaman incinme zamanı değildi. Bu para her şeyden önemli diye söylendi, o işe odaklan! Sonra da ulan paranın egemenliğine ben de boyun eğidim galiba gibilerden söylendiyse de, kısa kesti. O gece çok da keyifle uyuyamadı. Neden kendini sıkıntıya soktuğunu sorup durdu ayık kaldığı anlarda. Sonra bir şey daha var dedi. Yakın arkadaş bile olsa akçeli konular netamelidir, can sıkıcıdır, yakın arkadaşı kaybetmek de vardır işin ucunda. Ve ertesi gün hareke geçti. Birkaç kısacık cümleden oluşan selam, hal hatırın ardından şöyle dedi hınzır bir ses tonuyla: “Hoca, dün senden borç istemiştim ya...” adam araya girmesin diye devam etti hemen, “bana hatırlat dedin. Bak hatırlatıyorum. Sonra bana kızma, hatırlatmadın diye...” “Tamam, hallederiz...” dedi adam ve kesildi konuşma. Hedefe odaklanan Beyefendi ipin ucunu bırakacak değildi. Arkadaşını saatte bir aramaya ve borcu “hatırlatmaya” karar verdi. Ve hemen uygulamaya koydu. İkindi vakitlerinde tekrar aradı ve yarım saat sonra, arkadaşının attığı iki kelimeden oluşan cümleciğe gülümsedi telefonunu ekranına bakarken: “Para hesabında...” Telefonu cebine attı. Acaba arkadaşlıklarına halel gelir miydi? Bir süre evirip çevirdi kafasında bu düşünceyi can sıkıntısıyla.
*
SOKAKLARDAN
Git be kardeş...
Her sokak kedisi kolayına tantuni bulamaz. Bu arkadaş buldu. Ancak fotoğrafçı da kediyi buldu. İlle de birkaç esntantane yakalayacak. Hareket çekiyor kediye. Oysa kedinin derdi başka. Bir an önce eti ayıklayıp yemek zorunda. Fotoğrafçı da kararlı ama. Ve ortaya kedinin bu duruşu çıkıyor. Ya bi bak git oğlum der gibi. Git de işimize bakalım... Ve bizim arkadaş gidiyor, kediyle nevaleyi baş başa bırakarak...
*
MAZİDEN
Cem Karaca’ya babasının oyunu
Çok erken kaybetiğimiz üstad Cem Karaca o zamanlar çok genç. Tanınmamış ve sahne alıyor küçük yerlerde. Ve ne zaman sahneye çıksa önlerde yirmiye yakın adam sürekli yuh çekiyor kendisine. Aylarca zihnini meşgul eden bu olayın sırrına eriyor sonra. Meğer onun müzisyen olmasını istemeyen babasının vazgeçirmek için tuttuğu adamlarmış bunlar... Ve hayat hükmünü icra ediyor elbette. İyi bir malın varsa, sen gizlesen de alıcısı mutlaka buluyor onu. Rahmetli Cem, bir ustaydı. Bu toprağın adamıydı ve halkın gönlüne aktı, babasının engelleme çabalarına rağmen...