Komplekse hiç gerek yok!
Bizde ne olmuşsa dünyada da olmuş... Önemli olan adalet ne yapmış, takipsiz mi kalmış, ceza mı vermiş ona bakmak lâzım!..
Sülün Osman’a atfedilen ama gerçekte bir çoğu Eyüplü Halit adlı ‘fenomen tokatçı’nın marifetleri olduğunu öğrendiğimiz köprü, tramvay ve saat kulesi satışları... Uyanık geçinenleri veya Haydarpaşa Garı’na yeni ayak basmış saf köylüleri kandırarak ceplerini boşaltma hikâyeleri...
Benzer tokatçılık, yankesicilik, dolandırıcılık ve açıktan hırsızlık dünyanın her yerinde yaşanmışsa biz niye kompleks yapalım ki? Meselâ ABD’de George Parker önce Metropoliten Müzesi’ni satmıştı... Bakmış ki bu işten asla ‘sıfırlanamayacak’ kadar para kazanılabilir, peşinden Özgürlük Anıtı’nı piyasaya sürmüştü... Sonra hızını alamamış Brooklyn Köprüsü’nü birkaç kere pazarlamıştı...
20. Yüzyıl’ın başında büyük ekonomik krize sahne olan ABD’de ticaret kolay değildi... İşte bu zor şartlarda Parker, parası çıkışmayan ama köprüyü almazsa içi rahat edemeyecek kurnaz Amerikalılara aylık taksit imkânı bile sağlamıştı!.. Bütün bu ‘ticarî deha’sına rağmen Parker’ın sonu pek iyi olmamış, çünkü kendisi hakkında beraat veya takipsizlik kararı verecek bir mahkeme bulamayınca ömür boyu hapse mahkûm olmuştu!..
Elâlemde neler var neler? Yine ABD’de kendisini prens olarak tanıtan MacGregor adındaki bir ‘müteşebbis’ Orta Amerika’da içinde zengin maden yataklarının olduğu Poyais adlı hayalî bir ülkeyi uyanık İngilizlere tahvil tahvil satmıştı... Yakalandığında “Şerefsizim carî açığı kapatıyordum” dedi mi bilmiyoruz!..
Onlarda da vardı kiliseyi dolandıranlar, kilisenin dolandırdıkları ya da kilise adına dolandırıcılık yapanlar... Bir tek kusur yakalandıklarında ceza veren sistemlerinin olmasıydı... Fark “Bizimkine yakışır”, “Hep başkaları yedi, biraz da bunlar yesin”, “Gözümle görsem bile”, “Öğrenci okutuyordur”, “Paskalya için yapmıştır” diyen angutların olmamasıydı, adalete paça kaptırdıklarında ömürlerinin çürümesiydi... Bütün beylik, yakalanana kadardı!..
Howard Welsh de ‘mütedeyyin’ bir arkadaştı... ‘Yüksek faiz ve vergisiz kazanç’ hırsıyla yanıp tutuşan uyanık Hıristiyan kardeşlerini kestiriyordu gözüne ve onlardan saadet zinciri oluşturuyordu... Gurbet elde çalışan dindaşlarına hisse dağıtır gibi veya ‘muhafazakâr Hıristiyanlar’ kârlı bronzlaşsın diye Aziz Pavlus adına okyanusta plaj kurar gibi pazarlama yöntemiyle ama daha kestirmeden tokatlıyordu milleti... Hikâyenin finali değişmeyecekti: Kodes...
Devam edelim... Lustig, Eyfel Kulesi’ni hurdacının birine kasmıştı... Hurdacı bir sabah vakti kuleyi sökmeye başlamasa kimse ayıkmayacaktı belki de... Lustig ayrıca toplam 30 dolara ‘dolar basma makinesi’ pazarlamıştı binlerce insana... Tabii o dönemde ‘para sayma makinesi’yle ‘kâğıt imha etme makinesi’ henüz ‘temel ihtiyaçlar’dan sayılmıyordu!.. Ne yazık ki Lustig’in, kendisini yakalayan polisleri kovalayacak kadar ‘nüfuz’u yoktu!.. Sonuç: Köşkler saraylar değil tabii, istikamet Alcatraz hapishanesiydi... Fakat Allah’ı var, ‘kupon arsa’ işine hiç tevessül etmemişti!..
Bizde de herkesin çok şanslı olduğunu söyleyemeyiz... Meselâ Sülün Osman sefalet içinde öldü... Otel odasında cesedi bulunduğunda üzerinde kimlik bile yoktu... Örtülü ödeneği dolandırmakla şöhret bulan Selçuk Parsadan cezaevine düşmekten kurtulamadı... Ayrıca içeride de vuruldu... Tahliye edildikten sonra çok fazla yaşamadı... ‘Kunduzî havuzları’na kova daldıran Raki ise şimdiki havuzların ve sahiplerinin büyüklüğü karşısında piyasadan çekilmek ve ‘damacana su’ işine girmek zorunda kaldı...
Ve hepsinin piri Eyüplü Halit... İstanbul’un işgal günlerindeki otorite boşluğunu değerlendirerek, kiraladığı boş bir binaya ‘korsan karakol’ kuran ve komiser kılığına girip, karakola çektiklerini haraca kesen, daha sonra yüze yakın kadını evlilik vaadiyle dolandırmak suçundan rekor kıran, köprü ve saat satışlarını ilk başlatan ve Sultanahmet Cezaevi’ndeyken Mussolini’ye mektup yazıp kandırdığı rivayet olunan büyük usta!.. Onun da hayatı nezarethanede son buldu...
Hayat böyle işte... Herkes aynı şansa sahip değil!.. Takipsizlik çok mühim mesele!.. Hem de çok!..