Kitaba rağbet, o da bir zaman imiş

Kitaba rağbet, o da bir zaman imiş

Ahmet Sevgi yazdı: Kitaba rağbet, o da bir zaman imiş

Enderunlu Vâsıf (ö. 1824) bir beytinde şöyle der:

“Kim şimdi nazm u nesre eder Vâsıf itibar//İnşa vü şi‘re rağbet o da bir zaman imiş.”

(Şimdi şiire ve nesre kim itibar eder? Şiire ve nesre rağbet, o da bir zaman imiş.)

Enderunlu Vâsıf’ın ifade kalıbıyla söylersek, kitaba rağbet, o da bir zaman imiş.

Gerçekten de kitap eskiden bizim için her şeydi. Bir iş yapılacak yahut bir karar verilecekse önce kitapta yeri var mı, ona bakılırdı. Devlet, kitap yazanları el üstünde tutar, onlara aynî ve nakdî destekte bulunmayı görev sayardı.

Kültür tarihimizi incelediğimizde, Gazneli Mahmut’un (ö. 1030) her beyti için bir altın vadederek Firdevsî’ye (ö. 1020) 60 bin beyitlik “Şehnâme”yi yazdırdığını, Yusuf Has Hâcib, “Kutudgu Bilig”i yazıp Karahanlı hükümdarlarından Tabgaç Buğra Han’a sunduğunda, hükümdarın mükâfat olarak kendisine, vezirlik ve ordu komutanlığından sonra en önemli görev olan “Has Hâcib”lik rütbesi verdiğini ve nihayet Sultan II. Murat’ın (ö. 1451) herhangi bir makama ve mansıba sahip olmayan şair ve yazarları maaşa bağlamış olduğunu görürüz.

Diğer taraftan, tarihimizde önemli memuriyetlere kitap yazarak ulaşıldığı, dolayısıyla asırlar ötesine ses götüren mühim eserlerin padişah, vezir ve defterdarların aynî ve nakdî yardımlarıyla ortaya çıktığı da ayrı bir gerçektir.

Gayet tabii, sanatkârların korunup kollanması biraz da devletin maddî gücüyle ilgilidir. Osmanlı devletinin en güçlü olduğu dönem olması hasebiyle Kanunî devri (1520-1566) şair ve yazarların en çok himaye edildiği yıllar olmuştur.

Rivayet ederler ki bir şiir meclisinde şiirler okunurken Kanunî Sultan Süleyman, Bâkî’nin (ö. 1600) bir şiirini çok beğenir ve şair Bâkî’nin ne iş yaptığını sorar. Danişment (medrese talebesi) olduğunu öğrenince hemen müderrisliğe tayin edilmesini ister. Etraftan, medrese talebesinin müderrisliğe tayini kanuna aykırıdır, denilmesi üzerine Kanunî, maaşını kendi cebinden ödemek üzere Bâkî’nin müderrisliğe tayinini sağlar.

Aynı şekilde Kanunî’nin veziri İbrahim Paşa da (ö. 1536) sanatkârlara o kadar çok in‘âm ve ihsanda bulunuyormuş ki adı “altın saçan vezir”e (vzîr-i zer-nisâr) çıkmıştır. Yine Kanunî’nin defterdarı (Maliye Bakanı) İskender Çelebi de (ö. 1535) sanatkârları koruyup kollamada İbrahim Paşa’dan geri kalmazmış.

Şair ve yazarları teşvik ve himaye geleneği aynı ölçüde olmasa da sonraki yüzyıllarda da devam etmiştir.

Söz gelimi; Nahîfî’nin (ö. 1738) “Mesnevî” tercümesinin yarım kaldığını fark eden Sultan III. Ahmet (ö. 1736) ve Sadrazam İbrahim Paşa (ö. 1730) devreye girerek yardım ve teşvikleriyle Mevlânâ’nın “Mesnevî”sinin Türkçeye nazmen tercümesi olan bu ölümsüz eserin (Bkz. Mesnevî-i Şerif Manzum Nahîfî Tercümesi [Hazırlayan: Âmil Çelebioğlu] Sönmez Neşriyat, İst. 1967, 3 c.) tamamlanmasını sağlamışlardır.

Nahîfî, Mesnevî tercümesinin sonunda:

“Etti ferman ol muhibb-i mârifet

Yani ol şâhenşeh-i gâzî-sıfat

Mâadâ tekmilini etti murâd

Etti fermanı dil-i gam-gîni şâd

…..

Etti te’yîd emr-i şâh-ı ekremi

Himmet-i vâlâ-yı sadr-ı a‘zamı

Ol şehindir bu eser yokdur gümân

Kim delil-i hayrdır fâil hemân

Fi’l-hakîka bunda yokdur iştibâh

Oldu tekmîle sebep ol padişâh.”

diyerek eserinin tamamlanmasını onlara (III. Ahmet ve İbrahim Paşa) borçlu olduğunu hatta bu tercümenin gerçek sahibinin padişah olduğunu söyler.

Yine Mütercim Âsım (ö. 1820) “Burhân-ı Kâtı”ı Türkçeye çevirerek Sultan III. Selim’e (ö. 1808) sununca padişah kendisini maaşa bağlamış, nakdî yardımların yanında mütercime İstanbul’da bir de ev vermiştir.

Bütün bunlar yani kitaba ve yazara bu rağbet, bu itibar bir zaman imiş. Sanatkârlara devlet desteği kesilip “kitap bir ticaret aracı, yazarlar da esnaf” olunca “yazara ve kitaba rağbet, o da bir zaman imiş” demekten başka yapılacak bir şey kalmamıştır vesselam…