Kişiler, kurumlar ve bir dâvâ
İfade için basın savcılığına çağrılmıştım... Ankara Adliyesi’nde savcıya ifade verirken, gözüme savcının masasındaki yazı ilişti... Dönemin Genelkurmay İkinci Başkanı imzasıyla gönderilmiş bir talimattı bu... Hukuk o derece ayaklar altındaydı ki, gönderilen talimatta, yazdığım bir yazı dolayısıyla hakkımda dâvâ açılması adeta emrediliyordu... Basın savcısı gereğini yaptı ve hakkımda TCK’nın 159. Maddesi’ne göre ’tahkir ve tezyif’ suçlamasıyla dâvâ açıldı... Talimat verenler, şahıslara yönelttiğim eleştiriyi, kurumun tümüne yapmışım gibi göstererek, ’TSK’ya hakaret’ kapsamına sokmak istemişler... Aslında her şey bir fotoğraftan başlamıştı... Gazetelere yansıyan o enstantanede, Yunanistan’ın Ankara Büyükelçisi Nezeritis ile İsmail Hakkı Karadayı ve Çevik Bir ellerinde kadehler eşliğinde mütebessim edayla sohbet ediyorlar... Yunan Milli Günü dolayısıyla verilen resepsiyonda ortaya çıkan bu kare canımı sıkmıştı... Çünkü ilişkilerimizin iyi olduğu dönemlerde bile, Atatürk döneminden bu yana bu resepsiyona hiçbir Genelkurmay Başkanı katılmamıştı... Yani bu bir ilkti... Bugünden bakıldığında abartılı bir tepki gibi görülebilir... Ama o günün şartları çok farklıydı... Çünkü PKK terörizmine yardım ve yataklık yapmaktan iki devlet sürekli suçüstü yakalanıyorlardı... Bunlar, Suriye ve Yunanistan’dı... Zaten terörist başı Öcalan’ın 9 Ekim 1998’de Şam’ı terk etmesinden 15 Şubat 1999 tarihinde Nairobi’den alınışına kadar geçen süreçte ortaya çıkanlar, Yunan devletinin PKK terörüyle nasıl bir ilişkide olduğunu belgeleyecekti... İlk sorguda Apo, Yunan istihbaratıyla ilişkilerini itiraf etmekten geri durmamıştı... Yangın çıkarma ve sabotaj eğitimlerinden, diplomatik destek, pasaport ve silah teminine kadar neyi biliyorsa anlatmıştı... Simitis hükümeti o günkü uluslararası şartlar elvermediği için Atina’ya gelen Apo’ya siyasî mülteci olma imkânı vermemiş, ülke dışına çıkmaya zorlamıştı... Ama bu elbette binlerce şehit veren Türkiye’nin bu acısında Yunanistan’ın parmak izlerini kapatmaya yetmeyecekti...
Anadolu’nun her tarafına al bayrağa sarılı tabutlarda şehitler gelmeye devam ederken, üstelik her türlü işbirliğinin ortaya dökülmeye başladığı bir dönemde, Türk ordusunun bir ve iki numarası, kendilerinden önce hiçbir Genelkurmay Başkanı’nın katılmadığı bir resepsiyona katılıp, kadehler eşliğinde bu pozu veremezdi, vermemeliydi... İsyanımız bunaydı...
28 Şubat’ta kılıcın her tarafı kesiyordu ya, işte bunun verdiği özgüvenle, sanki kendilerini değil de, topyekûn TSK’yı eleştiriyormuşum gibi Yazı İşleri Sorumlusu’yla birlikte mahkûm edilmemizi istediler... Şayet mahkemedeki duruşmalar 28 Şubat’ın hız yitirmeye başladığı döneme sarkmasaydı ceza alabilirdik... Öyle olsaydı eğer, bugün sicilimizde kendi askerine, TSK’ya hakaretten mahkûmiyet giymiş olma ayıbıyla dolaşıyor olacaktık... Allah’tan hem 28 Şubat’ın etkisinde azalma başlamıştı, hem de akl-ı selim sahibi savcı ve hâkime denk gelmiştik... Mahkeme savcısı eleştirinin dozunu ağır bulmakla beraber, bunun ancak söz konusu kişileri ilgilendireceğini, konunun kurumu bağlayan bir tarafı olmadığını ifade etti ve beraatimizi istedi... Mahkeme heyeti de savcıya katılınca, beraat ederek, alnımıza bu ayıbın ilişme ihtimalinden kurtulduk...
O dönemde şahıslarına yönelik eleştirileri bile hangi zırh altında püskürtme ve cezalandırma çabasına iyi bir örnektir bu yaşadıklarımız... Ama bugün başka garip şeyler de oluyor... Mesela, 28 Şubat’ın hazırlanma ve uygulanma evrelerinde görevli gibi davranan pek çok gazeteci bugün iktidar partisini destekleyen gazete ve televizyonlarda bulunuyor... Ya da 28 Şubat’ın yıldönümündeki tartışmalarda olduğu gibi o günlerde bir misyoner titizliğiyle çalışanlar, bugün lanetleme yarışına girmiş durumdalar...
Bakalım önümüzdeki günlerde hangi karamizah örneklerine kimler imza atacaklar? Kimler hafızalarını yitirmiş gibi rol kesecekler? Ve kimler her dönem haklıymış gibi, her devrin adamı unvanıyla yine boy gösterecekler?