Kepenek de uçtu
O bir kepenekti, uçtu gitti. Bir başka dünyaya uçup gitti aramızdan Şükrü Karaca. Reşadiye’de kelebeğe kepenek derler. Çobanların omuzlarına attığı keçeden giysinin adı da kepenektir ama Reşadiyeliler, tıpkı Türkistan içlerinde, Kazak bozkırlarında söylendiği gibi kelebeği de kepenek diye çağırırlar.
Reşadiye’nin Kabalı köyü. Tokat, Kastamonu, Denizli, Gaziantep... Fark etmez, herhangi bir Anadolu köyü işte. Sekiz on yaşlarında bir köy çocuğu nasıl yaşar, nerelerde koşup oynar, hangi ağaçlara tırmanır, hangi kuşların ardından bakar, güneşin batışına, ayın bazen ince bir hilal gibi, bazen yusyuvarlak bir ışık gibi gökte belirişini nasıl seyreder; Kabalı köyünün Kepenek’i de öyle yaşar, öyle bakardı çevresine. Bakardı bakmasına da neler hissederdi; o çocuk yüreğinde hangi duygular coşar, hangi duygular sönerdi?.. Reşadiye’nin Kabalı köyünde veya herhangi bir Anadolu köyünde bir çocuğun gözünden görünenleri, bir çocuğun yüreğinden geçenleri öğrenmek istiyorsanız eğer, ‘Dünyayı Dolduran Kiraz’ı okumalısınız. Şükrü Karaca’nın maalesef tek romanı. 1990’da ağzımıza bir parmak bal çaldı Karaca. Bir de 1993’te Ânestü Nârâ ile bir kaşık şiir. Sonra hayat, politika mı desem, çaldı onu bizden. Danışmanlıklar, danışmanlıklar... Aslında toplumumuzun yarası bu. Kılıçdaroğlu’nun danışmanı olmasaydı, son günlerdeki o tiviti atmasaydı bu kadar haber olmayacaktı Şükrü. Bir edebiyat adamı olarak sessizce uğurlanacaktı. Yara burada. Siyasetin, sanatın bu kadar önünde olmasında. Oysa ben şu satırların gündemde olmasını isterdim:
“Aklının, saçaklardan kopup düşen buzlar gibi yerde parçalandığını, -tıpkı öyle- parçaların hızla kayarak etrafa yayıldığını görüyordu. Yine yarıldı göğsü ve binlerce kuş, oradan, sonu gelmez bir uğultuyla boşalıp gittiler. Kepenek, bomboş gözlerle arkalarından baktı kaldı sadece. Neden sonra, annesinin, ablasının ve ağabeyinin, yarım yamalak giyinip odadan dışarı fırladıklarını fark etti.”
Babasının ölüm haberini alan küçük Kepenek’in ruh hâlidir bu. Şükrü Karaca’nın kaleminde. Birkaç gün önce Kepenek’in babası tedavi olmak üzere at üzerinde şehre gitmişti. Karaca’nın kaleminde sahne şöyledir:
“Babası da, kalın sargılar içerisinde, at sırtında sallana sallana o yokuşu tırmanmış, önce atı, sonra kendisi, en son da şapkası görünmez olmuştu.”
Bu bir film karesidir. Yokuşu tırmanır, tepeye vardıktan sonra aşağı doğru inmeye başlarsınız. Önce atınız görünmez olur, en sonra da şapkanız. Kepenek’in gözü bir kamera gibi çekmiştir sahneyi. Aynı sahne şimdi bir daha tekrarlandı. Kayboldu gözümüzün önünden Şükrü Karaca. Tıpkı romandaki gibi:
“Bayırın tepesinden bir taş koptu. Gümbürtüsüz, toz duman çıkarmadan düştü, dipteki karanlığa karışıp karanlık oldu.”
1956-2014 arasında 58 yıllık bir ömür. Tıpkı bir kepeneğin ömrü kadar kısa. Ama o bir kelebek görüntüsü bıraktı bizim gözlerimizde. Şöyle bir göründü, kanatlarını çırptı bir iki, batmakta olan güneşin son ışıklarıyla parıldadı. Önce kiraz ağacının üstünden uçtu; sonra kavakları aştı; yeşil servilerin altına varınca sönüverdi. Şimdi kim bilir hangi boyuttan bize doğru bakıyor ve dudağını hafifçe aralayıp gülümsüyor.
Takdire ne denir ki! Bir güzel ömür işte, daha ne olsun... Ardında kalanlar... Biz... Elbette biraz benciliz. Daha çok görmek isterdik onu ve bütün sevdiklerimizi. Ama... Takdire ne denir ki? Ne denir ki Nesrin? İnnallahe maas-sâbirîn.