Kardeşlik onu unutturmamaktır
Dünyaya ‘dâvâ adamı’ olarak geldi... Acelesi varmış, o kısacık hayata bir kaç hayat sığdırmak zorundaymış gibi yaşadı... Tertemiz ismini masal kahramanlarına nâzire yaparcasına bırakarak göçtü gitti... Hatırası için hazırlanan kitapta onun için şu ifadeleri kullanmışım: “Cenab-ı Allah eğer insanları camdan yaratmış olsaydı, belki bir çok insanın, hatta dâvâ adamı diye bilinenlerin bile içlerinde barındırdıkları pis ilişkiler, hesaplar, riyakârlıklar dolayısıyla arkalarını göremezdik... Ama o öylesine saf, öylesine temiz, öylesine hesapsız bir iç dünyaya sahipti ki, camdan yaratılmış olsaydı, eminim ardını pırıl pırıl gördürdük...”
Zor yıllardı 80’ler... Milliyetçi hareket yorgun ve ezikti... Lider kadronun tamamına yakını cezaevindeydi... İmkânsızlıklar, yeniden teşkilatlanmanın önündeki engeller, Evren yönetiminin ağır baskısı ve çekine çekine tıklandığında yüze kapanan ’dost’ kapılar vardı... İdeallerden ve yokluklardan başka paylaşılacak hiç bir şey kalmamıştı... 1983’ten itibaren Bizim Ocak dergisi etrafında teşkilatlanmaya başlayan üniversite gençliği, o yorgun hareketin altına omuzunu soktu, körpe ciğerleriyle enerji üfledi, yeniden doğrultmak için heyecan verdi... Her hâliyle ülkücü hareketin kaygılarını kuşanarak Eskişehir’den Ankara’ya gelen bu büyük dâvâ adamı, bu zorlu sürecin en önemli kilometre taşlarındandı... Hiç durmadan koştu, koşturdu, okudu, okuttu, teşkilatlandırdı, sinmiş bedenlere gayret pompaladı... Sürekli tekrarladığı “Yine bir dağ gibi, dev gibi doğrulacağız/ Yeni bir ruh doğacak toprağımızdan/ Dünya bizi yeniden tanıyacak heyecanla/ Burma bıyığımızdan, kalpağımızdan” dörtlüğündeki ruhu giyindi ve ölene kadar çıkarmadı... Onun ülkücü harekete sevdası, diğer insanî ihtiyaçlarına öylesine baskındı ki, bunun karşılılığı olarak yokluk içinde yaşamayı hiç önemsemedi bile... Uğruna ömrünü ipotek ettiği dâvâsının geleceği, şahsının belirsizliklerle dolu bir gün sonrasından çok daha önemliydi... Bu tarzı, paranın hükümranlık ilan ettiği 80’li yıllardan itibaren maalesef bir ‘kusur’gibi durdu.
‘Tatlısu milliyetçileri’ne ve ‘ehlikeyf Müslümanlar’a karşı hiç müsamahası yoktu... Tanıdığım en büyük hatipti... “Unutmamalıyız, biz Türk milletinin, hatta İslâm âleminin son şansıyız. Modern müstemleke görüntüsü veren Türkiye ve İslâm âlemi ülkücü neslin dinamizmine ve fedakârlığına muhtaçtır” diyor, Yahya Kemal’in “Galip et Yarabbi! Çünkü bu son ordusudur İslâm’ın” dizesine göndermede bulunarak, usta mimar titizliğinde yeniden inşâya çıkıyordu... Tıpkı millî mücadeledeki gibi Allah’ın bu orduyu muzaffer kılacağını, imanla beslenen umutların, dua ve aminlerin, çile ve gayretlerin bunun için olduğunu yeni ülkücülere aktarıyordu... O devletçe zayıflığımızı, kendi değerlerimizden uzaklaşmamıza bağlamıştı... Grek-Latin kökenlerde kültür arayanlara karşı öfkeliydi...
Ümitvardı, hep inanç ve azim saldı etrafına... “Bahçesaray’da, Akmescid’de, Urumçi’de, Taşkent’te, Buhara’da, Semerkant’ta, Tebriz’de, Kerkük” te, Musul’da Muazzam-ı Şerif’te, Batı Trakya’da, Dobruca’da, Üsküp’te hürriyetle aşina olacak olan soydaşlarımızın, minareleri yıkılmış camilerde okuyacakları şükür duaları” vardı ve o günleri mutlaka göreceğiz diyordu... Her ânı mücadele, her sözünün finali ’zafer’di onun... O sadece bir ‘ihya’ ve ‘inşa’ ustası değil, vefa, dostluk ve kardeşlik timsaliydi... Tükenmeyen enerji kaynağı, sözü yüreklere işleyen hatip, bir yandan çocuksu kalp sahibi ve diğer yandan teşkilatçılık bilgesiydi... Ülkü Ocakları Genel Başkanlığı’nı bir ‘reislik asabiyye’siyle değil, ‘kardeşlik hukuku’nu ve ‘vefa’yı esas alarak yürüttü... 8 Aralık 1995’te, milletvekili adaylığı sırasında geçirdiği trafik kazası sonucu aramızdan ayrıldığında 36 yaşındaydı... Hâlen yokluğu fazlasıyla hissedilen bu ‘yüreğe batan kalem’, toprağa değil, adeta ülküdaşlarının kalbine defnedildi... Zor yılların ‘hâtıra ortakları’ onu yeniden doğrulmanın burcu olarak, aslı yitip gitmeyeceği bir makama oturttular...
H H H
Bir önceki kurultayda olduğu gibi son büyük kurultayda da Uluğ Bey’den Kâtip Çelebi’ye kadar tarihimizin büyük şahsiyetleri hatibin diliyle salona gelmişti... Sonra milliyetçi hareketin kaybettikleri sıralanmıştı... Mümtaz Turhan’dan Ahmet Kabaklı’ya kadar hepsi oradaydı... İyi ki de varlardı... Ama o yine yoktu... ‘Bilge’ hatip onu yine zikretmemişti... Unutkanlık, ilgisizlik, bilgisizlik veya metni hazırlayanın kusuru, ne denilirse denilsin, bütün hayatını ‘vefa’ üzerine ören büyük ülkü adamı bunu hak etmemişti... Keşke o da o salonda anılsaydı... Keşke şimdiye kadar adı, o dev binadaki herhangi bir salona verilmiş olsaydı... Onun ilahî randevuya koşarcasına aceleyle yaşadığı hayatı kendisi için değil, dâvâsı için yaşadığına şahit olan herkes bunu beklerdi, olmadı... Şüphesiz bu durum ‘unutulan’dan değil, ‘unutan’dan bir şeyler alır götürür... Kardeşleri onu unutmazlar, unutturmazlar... Bugün rahmetle, minnet ve şükranla andığımız Metin Tokdemir’in dediği gibi “Türk’ü tanıyanlar bunu da bilir!..”