Kahramanlarımızın kıymetini bilemedik

Kahramanlarımızın kıymetini bilemedik

Kahramanlarımızın kıymetini bilemedik

İstiklal Savaşı’nın son gazileri de aramızdan sessizce ayrıldı. Onlara hak ettikleri saygıyı bile gösteremedik.

 Emekli Büyükelçi Erdinç Ulumlu’nun yazısı

Son İstiklal Savaşı gazimiz Yakup Satar’ın ardından bu yıl Gaziler Günü’nü buruk kutluyoruz


Kahramanca savaştılar kıymetlerini bilemedik!
İlk gazimiz Mustafa Kemal Atatürk’tür
Erzurum’da 8-9 Temmuz 1919 gecesi Harbiye Nezareti ve Padişah tarafından İstanbul’a dönmesi için yapılan baskılara 3. Ordu Müfettişi Mustafa Kemal Paşa kesin bir dille  “Gelemem”  cevabını verince, Müfettişlik görevine son verilmişti. Bunun üzerine o da, saat: 22.50’de Harbiye Nezaretine, 23.00’te de Padişah’a gönderdiği telgraflarla, onlara, resmi görevi ile birlikte askerlikten de ayrılma kararını bildirdi. O günden itibaren de  “sıfat ve yetkilerinden vazgeçerek, yalnız milletinin sevgi ve fedakarlığına güvenerek ve sadece ondan güç alarak vicdani görevine devam etme”  kararını Mustafa Kemal Paşa Nutuk’ta ifade etmektedir.
Bu gelişme üzerine, Türk Ordusuna rütbesiz komutan olarak kumanda etmiş, 5 Ağustos 1921 günü Türkiye Büyük Millet Meclisinin kendisini Başkomutan tayin etmiş olmasını müteakip Sakarya Savaşını rütbesiz Komutan olarak idare etmiştir.
Sakarya Savaşı zaferle sonuçlanınca, Meclis 19 Eylül 1921 günü muzaffer komutana, Mareşallik rütbesi ve Gazilik unvanı vermiştir. 1984 yılından itibaren de, bugün Gaziler Günü olarak kutlanmaktadır. Bu anlamlı gün, Gazilik rütbesine ulaşmış bütün evlatlarımıza ve Yüce Milletimize kutlu olsun.


Çanakkale Kara Savaşlarından memleketimiz semalarına bir güneş gibi doğan, her zaman üzerinde iftihar ve üstün liyakatla taşıdığı üniformasının her yıldızını savaş alanlarından  “söke söke”  kazanıp, mübarek omuzlarına yerleştiren Mustafa Kemal’imiz, Cumhuriyetimize ve onurlu bağımsızlığımıza giden yoldaki çetin muharebelerde, Aziz Mehmetçiklerinin en ön saflarında dövüşürken, iki kez gazilik mertebesine ulaşmıştır.
İlki, 10 Ağustos 1915 günü sabahı Conkbayırı Savaşı sırasında aldığı yaradır. Conkbayırı bize geçtikten sonra düşman karadan ve denizden giriştiği kesif topçu ateşiyle araziyi cehenneme çevirmektedir. Etraf şehit ve yaralılarla doludur. Bu sırada Albay Mustafa Kemal savaş alanını seyrederken bir şarapnel parçası göğsüne çarpmış, cebindeki saati parça parça etmiş, vücuda girememiş ancak derince bir kan lekesi bırakmıştır. Hemen yanıbaşındaki Tümen Komutanı Yarbay Servet Bey (Yurdatapan) kanı görünce telaşlanmış, ancak Mustafa Kemal, Servet Bey’e susmasını, yaralandığını görürse askerin maneviyatının bozulabileceğini söyleyerek onu yatıştırmıştır.
İkinci yaralanma olayı ise, Sakarya Savaşından hemen önce, son hazırlıkları kontrol ederken, aniden şahlanan atından düşmesi neticesi kaburga kemiğinin kırılmasıdır. Doktorun kesin istirahat tavsiyesine rağmen, Başkomutan sargılar içinde idare ettiği ve 22 gün, 22 gece süren Sakarya Meydan Savaşını zaferle sonuçlandırıp, azgın Yunan ordusunu Sakarya Nehrinin batısına kovaladıktan sonra, doktorun tavsiyesine uyabilmiştir.

İstiklal Savaşının Son Üç Gazisi
Ağustos 2002’de son yurtdışı görevimden döndükten sonra, halen kaç İstiklal Harbi Gazisinin bizlerle birlikte yaşadığını araştırmaya başladım. Konuyu açtığım sayın ve sevgili bir dostum, Genelkurmay Başkanlığımızdan, halen hayatta olan İstiklal Savaşı Gazilerimizin listesinin temininde bana yardımcı oldu. Ekim 2003’te 13 Gazimiz hayatta idi. Adana/Uzunköprü’de yaşayan Gazi Hamza Bulut’un (VO-538.687.0 Sicil No.lu) Mayıs 2004’te vefat etmesiyle, bu 13 kişiden 10’u, bir yıldan az bir zamanda ebediyete göçmüş, geriye sadece 3 kişi kalmıştı. Bu 3 Gazimizi yaşadıkları köy ve şehirlerde ziyaret ettim.

İlk ziyaretim Ömer KÜYÜK’e
İlk ziyaretimi, 17 Ağustos 2004 günü Çorum İli, İskilip Kazası, Çatkara Köyünde ikamet eden Gazi Ömer Küyük Dedeye (VO-592.181.0) yaptım. Gazilerin en genci olduğu için bazen Ankara’ya gelip, 30 Ağustos ve 29 Ekimlerde Başkomutanını ziyaret ediyormuş. 30 Ağustos 2004’te de geldi.
İlk kez, İstiklal Savaşımıza katılmış, Başkomutan Mustafa Kemal’in emrinde dövüşmüş büyük bir askerle karşılaştığım için oldukça heyecanlıydım. Gazi göğsünde İstiklal Madalyası ile biz misafirlerine doğru yürürken, sanki odasından değil de Sakaryalardan, Dumlupınarlardan kopup gelen bir Mehmetçik azameti vardı üzerinde. Anılarını bizimle paylaştı, yara yerlerini gösterdi ve tabii Başkomutanından bahsetti. Her üç gazinin, Mustafa Kemal Paşa veya Atatürk adını zikredişlerinde sesleri sanki daha gür daha canlı çıkıyordu.
Veda ederken, Ömer Dede, bizlere evinin çitine kadar refakat etti. Aracımız gözden kayboluncaya kadar da bastonu ile bizi selamlamak lûtfunda bulundu. 2005 yılının sonlarına doğru hastalanmış. Tedavi için geldiği Gülhane Askeri Tıp Akademisi’ndeki odasında Gazi Dedeyi iki kez ziyaret ettim. Doktor ve hemşirelerin kendisine gösterdikleri ilgi ve muhabbet her övgünün üzerindedir. Gazimiz, “iyileştim” diyerek köyüne dönmüş ve bir Bayram günü, 12 Ocak 2006’da vefat etmiş. Mekanı Cennet olsun.

Yakup SATAR ile buluşuyorum
İkinci ziyaretimi, 1 Kasım 2004 günü, Eskişehir’de kız evlatları ile ikamet eden ve gazilerimiz içinde en yaşlı olan Yakup Satar Dedeye (VO-569.902.0) gerçekleştirdim. Gazi Dede, I. Dünya Harbinde Bağdat’ta bulunmuş. İngilizlerden kaçıp yurda dönüşünü heyecanla anlattı. Arada bir durakladığında, bir kızı  “Gazi Baba, şu da vardı, hadi anlat”  diye hatırlatıyor ve biz o anıyı da büyük bir merak ve zevkle dinliyorduk. Ziyaret iki saate kadar sürdü. Gazimizin ellerini öperek vedalaştık.

Bir gurur abidesi
Üçüncü Gazimiz Veysel Turan Dedeyi (VO-526.496.0) ise, 6 Ocak 2005 günü Konya’daki evinde ziyaret ettim. Gözlerinde, vatanımızı zalim Yunandan kurtarmış bir kahramanın asil ve gururlu pırıltıları sanki,  “Biz kurtardık, vatanı sizler koruyacaksınız”  der gibi idi.  “Son Kahramanlar”  isimli kitapta bulunan resminin yanına parmak izini almaya çalışırken büyük bir tevazu ile bir  “Estağfurullah”  deyişi vardı ki, bu ses kulaklarımdan artık hiç çıkmayacak.
Bu aziz kahramanımız da, 25 Mart 2007 günü, Başkomutanına ve silah arkadaşlarına kavuşmak üzere bizlere veda edip aramızdan ebediyen ayrıldı. Mekanı Cennet olsun.
Bizleri düşman gazabından kurtaran ve Sevgili Atatürk’ümüzle bu vatanın kurtuluş ve yeniden kuruluşu için omuz omuza çarpışan ve O’ndan bizlere yadigar kalıp, bir süre birlikte yaşamamızın mutluluk ve hazzını tattıran üç kahraman askerdi onlar. Ancak bizler ne yazık ki onlara layık olamadık. Vatan için yaptıklarını gereği gibi takdir edemedik. Anlamsız bir bürokrasi çarkı içinde, devletin ancak bu kadar verebildiğini savunduğu, 200-300 lira maaşla köşelerinde sessiz sedasız tevazu içinde yaşadılar.
Açlık, sefalet dolu günlerde bile destanlaşarak, vatan sevgisi neymiş, kahramanlık, ölümü bile küçümsemek neymiş, başta azılı düşman olmak üzere bütün cihana gösteren büyük mücadelemizin bu son 3 kahramanının ellerini, yüzlerini öpebilmek, onlarla kısa da olsa sohbet edebilmek benim için rütbelerin en büyüğü, mutlulukların en yücesi ve ibadetlerin en kutsalı olmuştur.

Son Yolcu Yakup SATAR oldu
Bu ziyaretlerimi gerçekleştirdikten sonra, intibalarımı bazı yayın organları aracılığı ile, ilgilenen dostlarla paylaşmak istedim. Bazıları yazımı alıp almadıklarını bile bildirmek lûtfunda bulunmadılar. Bazıları büyük değer vererek yayınladılar. Sağolsunlar. Bazıları ise, bir garip tutum sergileyip, aşağıda dile getirmeye çalıştığım temenni ve önerimi metinden çıkardılar.
Konu şuydu: Acıdır ama, bu üç kahraman da çok uzun olmayan bir süre sonunda bizleri terk edeceklerdi. Arzum ve önerim, son yolcumuzu ebediyete uğurlarken Türk Bayrağına sarılı tabutunun, ya Anıtkabir, ya TBMM veya İlk Meclisimiz veyahut Genelkurmay Başkanlığımızın münasip görülecek bir köşesinde, bir-iki gün süreyle de olsa arzu eden vatandaşlarımızın saygı ve şükranlarını sunmak üzere ziyaret etmelerine imkan tanınması idi. Kanımca böyle bir imkan gerçekleşirse bu, İstiklal Savaşı Gazilerimize gösterilmiş olması gereken ancak maalesef gereği kadar gösterilmeyen ilgi ve hürmetin asgarisi olacaktı. Bu önerimi 2005 yılından itibaren her fırsatta dile getirmeye çalıştım. Ancak, yazılarımı ya kimse okumadı veya okuyup ilgilenmesi gerekenler dikkate şâyan bulmadı. Ne acıdır... Ne zaman ki Fransa’da I. Dünya Savaşına katılmış olan son Gazi Ponticelli, bizim son gazimizle aşağı yukarı aynı zamanda vefat etti ve cenazesine büyük bir törenle Başbakan, Savunma Bakanı, Genelkurmay Başkanı ve yeni ve eski Cumhurbaşkanları (Sarkozy ve Chirac) katıldı, aniden uyandık. Ve her yerden  “Bize yakışmadı”  feryatları yükseldi. Yakışmayan neydi? Bugüne kadar olan ilgisizliğimiz mi, yoksa düşüncesizliğimiz, vefasızlığımız veya nankörlüğümüz mü?
Son Gazimiz Yakup Satar’ı mahalli askeri yetkililer halkımız ve Eskişehir’de bulunan Maliye Bakanı Sayın Kemal Unakıtan uğurladılar.

Bir vefa örneği: SON BULUŞMA isimli film
Benim tanımak şerefine nail olduğum son üç Gazimizin en dinç olanı rahmetli Ömer Küyük Dede idi. Gidip diğer iki silah arkadaşını ziyaret etmiş. Ama daha önce Ankara’ya gelip Başkomutanını, Atatürk’ünü ziyareti ihmal etmemiş. Bu ziyaretleri Sayın Nesli Çölgeçen  “Son Buluşma”  isimli filmiyle bizlere de yaşattı. Ayrıca Gazilerimiz adeta ölümsüzleştiler. Sayın Çölgeçen’e candan sevgi, saygı ve şükranlarımı sunuyorum.
Filmi izlerken tabii çok duygulandım. Ancak bir sahnesinde, duygu seline kapıldım dersem mübalâğa etmemiş olurum. Gazi Ömer Küyük Dedemiz, silah arkadaşı Yakup Satar’ı ziyaret etmektedir. Bu arada bir kişi, Yakup Dedenin sahnede görünmeyen bir kızına, Dedeyi çok ziyarete gelen olup olmadığını sordu. Cevap şöyleydi: Evet çok gelen oluyor. Ankara’dan bile askerler geliyor. Hatta yine Ankara’dan bir de  “Elçi”  geldi. Sadece bir elçi gelmiş olduğuna göre o  “Elçi”  bendim. Bu cevabı duyunca hem çok gururlandım hem de gözlerimin nemlenmesine mani olamadım.

Atatürk devrindeki Türkiye
Bir güzel deyiş vardır.  “Bazıları bulundukları yerden alır büyüklüklerini, bazıları işgal ettikleri mevkiye büyüklük verir.” Bu söz sanki Atatürk için söylenmiştir. Çünkü o, ulaştığı her mevkiye büyüklüklerinin en anlamlısını getirmiştir. Onuncu yıl nutkunda şöyle sesleniyor halkına  “Büyük Türk Milleti, 15 yıldan beri giriştiğimiz işlerde muvaffakiyet vaad eden çok sözlerimi işittin. Bahtiyarım ki bu sözlerimin hiçbirinde milletimin hakkımdaki itimadını sarsacak bir isabetsizliğe uğramadım.”  Milletine hep doğru söyledi. Onu hiç arkadan bıçaklamadı. Milletine son nefesine kadar hep kol kanat gerdi. Büyük Milletiz dedi ama Büyük Devletiz hiç demedi. Onun önderliğinde büyüklük alın yazımız gibiydi zaten. Kimseden borç dilenmiyor, kendi yağımızla kavrulup, Osmanlı borçlarını bile ödüyorduk. Büyük önder Sanayi alanındaki gelişmeleri yerinde takip ediyor yeni fabrikaların açılışlarını mutlaka onurlandırıyordu. Uçaklar yapıyor, Hatay konusunda haysiyetli bir politika izleniyor, birçok devlet başkanı Ata’mızı ziyarete geliyordu. Hem de bizleri aşağılamak, emir gibi tavsiyelerde bulunmak, bizi istismar etmek için değil, sadece Cumhurbaşkanımıza saygılar sunmak, O’nu şahsen tanımanın zevkine varmak için geliyorlardı. 1950’lerden sonra entrikalarla dolu  “çok yüzlü”  politikasını hemen sergilemeye başlayan Yunanistan bile Atatürk’ümüzü Nobel Barış Ödülüne aday gösterebilecek kadar içten görünmek ihtiyacını hissediyordu. Ve, bütün bu gelişmelerin yanında çok anlamlı öyle bir olay vardır ki, tek başına, o zamanlar ne düzeyde onurlu bir devlet olduğumuz en büyük kanıtıdır.  “Milletler Cemiyeti”  Cemiyete üye olması için Türkiye Cumhuriyetini kendisi davet etmiştir. Avrupa Birliği’nin çapsız, ülkemizin kötü duruma düşmesinden başka hiçbir emeli olmayan ve her fırsatta memleketimize saldırmayı iş edinen politikacılarına duyurulur.

Güzel Türkiyem Aziz memleketim
Uçurum kenarında yıkık bir ülke. Topyekûn bir savaş. Tekâlif-i Milliye/Milli Vergiler ile varını yoğunu ordusuna veren bir millet. Ancak bütün bu çabalar boşa gitmemiş, neticede bu cennet topraklar üzerinde bizim Devletimiz, bizim Cumhuriyetimiz kurulmuştur.
Ne acıdır ki, bu topraklarda hâlâ şehitler veriyoruz. Arslan gibi genç evlatlarımız bölücü hainlerin kurşunlarıyla şehit oluyorlar. Neden,  “Şehidimiz toprağa verilmek üzere Memleketi şu veya bu şehre gönderildi”  veya  “Memleketi şu şehirde toprağa verildi”  deniyor, gerçekten anlamıyorum. Bizim memleketimiz Türkiye’dir.  “Doğum yeri şu şehirde toprağa verildi”  denilmesi daha doğru olmaz mı? Başka ülkelerde,  “Doğum yeri neresi?”  veya  “Nerelisin?”  diye sorulur. Bana  “Memleket nere?”  diye sorulduğunda, artık,  “Memleketim Türkiye, doğum yerimi soruyorsanız İzmir”  cevabını veriyorum.

SON SÖZLER...
Gaziler Günü vesilesiyle, son üç gazimizi ziyaret anılarımı gazetemiz Yeniçağ okurları ile paylaşmak istedim. Bu anlamlı günde Cennet vatanımız uğruna kanları dökülmüş, bir uzuvlarından, milletinin bekası ve huzuru için mahrum kalmış bütün aziz evlatlarımız Gazilerimize sevgi, minnet ve derin saygılar sunuyor, vatanı için can vermiş ve hâlâ nerede ise her gün, bir gül bahçesine girercesine, gözlerini kırpmadan kara toprağa düşen yavrularımız aziz şehitlerimize Yüce Tanrı’dan rahmet diliyorum.


Son gazimiz yakup Satar’ı 1 Kasım 2004’te ziyaret etmiştim. Bu onur abidesinide 2 Nisan 2008 tarihinde son yolculuğuna uğurladık.


Veysel turan isimli gazimizi 6 Ocak 2005’te evinde ziyaret etmiş, anılarını dinlemiştim. Onu, görüşmemden 2 yıl sonra 25 Mart 2007’de kaybettik.


Ömer Küyük isimli gazimizin 17 Ağustos 2004’te ziyaret etmiş, elini öpmüştüm. Onu 12 Ocak 2006 tarihinde cennete uğurladık.

 

Erdinç Ulumlu
Emekli Büyükelçi