Japonya Kalkındı, Türkiye Neden Kalkınamadı? Aydınların Kurtuluş Reçeteleri

Japonya Kalkındı, Türkiye Neden Kalkınamadı? Aydınların Kurtuluş Reçeteleri

Dr. Öğr. Üyesi Girayalp Karakuş yazdı...

Günümüzde farklı medeniyetlerin devletleri arasındaki ilişkiler genellikle düşmancıl bir niteliğe bürünmüştür. Yine de medeniyetler arası ilişkilerin bazıları, diğerlerine kıyasla daha fazla çatışma eğilimlidir. Mikro düzeyde, en belirgin fay hatları, İslam ile Ortodoks, Hindu, Afrikalı ve Batılı Hrisitiyan komşuları arasında bulunmaktadır.(1) Makro düzeyde ise, bir tarafta Müslüman ve Asya doğulu toplumlar ile diğer tarafta Batılı sömürücü güçler arasında cereyan etmektedir. Nitekim bu savaşımda Batı medeniyeti diğer medeniyetlerden irredantist bir yaklaşımla hem hammade ve ucuz işgücü sağlıyor hem de kendi kültürünü pazarlamayı da ihmal etmiyordu. Bu gibi ülkelerde uluslararası sermaye yani Batı bunu kendisine ülke içinde kukla yöneticiler ve satın alınmış kalemler vasıtasıyla yapmaktadır.

Batı bu büyük güce 18. yüzyılda merkantalist yağmacılıkla biriktirdiği sermayeyi Endüstri devrimiyle 200 katına çıkarmış ve kendisine korsanlık ruhundan gelen saldırganlıkla yeni pazarlar bulup işgal ettikleri ülkelerin yeraltı yerüstü bütün kaynaklarını kendi tekeline alarak elde etmiştir. Aslında bugünkü refah seviyesinin ve sözde ileri demokrasisine imrendiğimiz Batı'nın geçmişi hırsızlık, katliam ve kan içicilikten ibarettir. Bu konuda Tatar siyasetçi Sultan Galiyev Batı'nın vahşetini şöyle anlatmıştır: "Amerika'yı, onun gökdelenlerini, demiryollarını, tünellerini vs. milyarlarını ele alınız. Bu zenginlik kimin hesabına oluşturulmuştur? Bunlar milyonlarca Amerika yerlisinin Kızılderililerin, milyonlarca siyah derili Afrikalı'nın hesabına oluşturulmuştur. Bu 42 katlı, 50 katlı gökdelenlerin kurulabilmesi için İnka kültürünün, on milyonlarca Amerikalı kızılderilinin ve Afrikalı siyahilerin mahvolması gerekmiştir."

Batı sömürücülüğünün bu yayılmacılığına karşı Doğu'da bir takım ulusal kurtuluş mücadeleler ve kitleleri mobilize etmek için fikri hareketlilikler olmuştur. Bunlardan günümüzde uluslararası sermayenin en çok korktukları iki akım; Pan-İslamizm, Pan-Türkizm'dir.

Bu iki fikri hareketin dönemi itibariyle Osmanlı Devleti zamanında çıkış noktası bulmuştur. İslamcılık hareketini "Bir kalkınma ve kurtuluş ideolojisi" olarak Osmanlıcılık hareketinin devamı, milliyetçilik ve bir ölçüde Türkçülük cereyanının öncesi şeklinde ele almak yerinde olacaktır.

Pan-İslamizm ve Pan-Türkizm akımı arasında bir birliktelik olabilir mi? Bu sorunsalı cevaplamadan önce bunlar arasındaki fikir ayrılıklarını ve bu görüşleri benimsemiş olan insanların kendi zaviyelerinden düşüncelerini aktarmakta fayda vardır.

Osmanlı İmparatorluğu'nun Türk unsurları büyük bir şok karşısında milli şuurlarını daha hızlı idrak etmişler ve Türkçülük akımı bu tepkinin ifadesi olmuştur. İslamcılar bakımından bu kendi şuurunu fark edip milli bir oluşumun içerisine girme çalışmalarının menfi sonucu olarak bunun İslam coğrafyasında ayrılık ve bölünmeye yol açabileceğini düşünmeleriydi. İslamcılara göre, milliyet fikri cemaatçilik ve din kardeşliği prensibine aykırıydı. Ayrıca kavmiyetçiliğin İslamiyet'te yeri olmadığına inandıkları için kavmiyetçilik yapanları İslam'ın dışında kimseler olarak görüyorlardı. Bu konuda İslamcı Ahmed Naim'in şu sözlerini aktarırsak bu iki görüşün somut çelişkilerini görebiliriz. "Şu halde milliyet iddiasında bulunanlar, dine karşı gelmektedir. Bilhassa Türkçüler cephesinde görülen bu karşı gelmenin, bu dini ihlal suçunun cezası var mıdır?” Kavmiyet davası din bakımından reddedildiğine göre, kavmiyet tahrikinde bulunanlar isyancıdır. İslam dünyası felaket halinde iken Türk dünyasına ağlanmaz. Bütün İslam Türklük namına matem tutamaz.”(2)

İslamcılara göre, Türklüğün dayanağı olan üç mefhum mahzurludur: Onlara göre; Türkçülerin bir de sosyal yanlışı vardır. "Türkleşmek-İslamlaşmak-Muasırlaşmak" gibi üçlü bir amaca katılma ve benimseme gerçekleşemez. Ama uzlaşmaz olmayan çelişki şurada kendini tam olarak ifade ediyor. İslamcılar Turan birliğinin kurulmasına karşı değiller fakat bunun yolunun ancak İslam birliği sayesinde olacağını ifade etmişlerdir.

Fakat İslamcılar içerisinde İslamcı-milliyetçi olarak nitelendirebileceğimiz kesimde yok değildir. Bu konudan Şeyh Muhsin Fani "İstikbale Doğru" adlı kitabında şu şekilde bahsetmiştir: "Milliyet duygusunun uyanmasına engel olunamaz. Yaşanılan çağ "Milliyetler çağıdır" 20. yüzyıl medeniyetinin insanları din duygularından ziyade milli duygulara mağlup olmaktadır. Milliyet sevdası her yerde başarılı olmaktadır. Her kavim kendi dili ve kültürü etrafında toplanmaktadır.” (3) Ünlü Türkçü Ziya Gökalp ise, "Milliyet ve İslamiyet" başlıklı makalesinde orta bir yol tutarak İslamcıları kırmayacak, milliyetçileri ise sevindirecek türden şeyler yazmıştır. "İslam âleminin son ümidi olan Osmanlı Devleti'ni yüz seneden beri parçalayan manevi bir mikrop var. Bu mikrop şimdiye kadar Osmanlılığın düşmanı idi ve İslamiyet'e büyük zararlar verdi. Fakat bugün artık İslamcıların lehine dönerek yaptığı mazarratları telafi etmeye çalışıyor. Bu mikrop milliyet fikridir." (4) Yine Gökalp bu yapıcı yazılarını pekiştirmek için şu ayeti İslamcıların dikkatini celbetmeye çalışmıştır. "Sizi kavim ve milletler halinde yarattık ki birbirinizle tanışasınız. ” (5)

Dünyada sürekli süreçler değişir, eski süreçler ve eski çelişkiler kaybolur yerlerine yenisi gelir. Çelişkiler evrenseldir. proleterya-burjuva, metafizik materyalizm vs. çelişkilerin bazı koşullarda birlikteliği vardır. Örneğin; Çin devriminde Komünist Parti ve Koumintang birlikteliği gibi.(Daha sonra bunlar savaşacaktır.) Karşıtların içindeki birliktelik koşullara bağlı ve geçidir. Sözü getirmek istediğim nokta şudur: Pan-İslamcılık ve Pan-Türkizm refere aldıkları şeyler bakımından uzlaşmaz çelişki gibi görünmektedir ama bunların ortak noktaları şudur ki o da emperyalizm karşısındaki 19. yüzyıldan beri sürekli bir saldırıya maruz kalmalarıdır. Bu noktada, Sultangaliyev Doğu sorunu ile ilgili Avrupa-Merkezci devrimcilere şu öğüdü veriyor: "Bu halklara başka türlü yaklaşmak gerekir. Onlar ne kızıllar, ne de beyazlar. Onlar sadece Karaçaylılar ve Çerkeslerdir" (6)

Sömürgecilik hareketlerine ilk tepki Türkiye’den gelmiştir. Türkiye, Batı usullerini alma gereksinimini ilk olarak 18. yüzyılda alma gereksinimi duymuştur. Japonya o dönemde Ortaçağ’ı yaşıyordu. (7) Batı tipi okul ilk olarak Hendesehaneydi (Geometri Okulu). Japonya Türkiye’den tam olarak 30 sene sonra Batılılaşma hamleleri yapmıştır. Bu tarihten itibaren Japonya eğitime büyük önem vermiştir. Oy hakkı sadece belli eğitimden geçmiş kişilere tanınmıştır. Japonya’da 19. yüzyılın sonuna gelindiğinde aşağı yukarı 300 bin kişi oy kullanabilmiştir. 1920’lere gelindiğinde ise bu oran 9 milyona çıkmıştır. Nasıl bir eğitim seferberliği verildiği bu istatistiki bilgilerden anlaşılabilir. Ayrıca Japonlar, kendi insanlarını Türkiye’de olduğu gibi eğitim görmek üzere yurtdışına yollamıştır. Türkiye günümüzde olduğu gibi o zaman da ekonomik büyümenin derdine düşmüştü ama ekonomik büyüme için geçerli olan tasarruf tedbirlerini alamıyordu. Oysa kalkınma düzen değiştirme demektir. İktisatta zaten eldeki malzemeyle en iyisini çıkarabilme demek değil midir? Japonya bu iktisadi kuralı başarılı biçimde uygulayabildiği için kalkınabilmiştir. Türkiye’nin müteşebbisleri ellerindeki sermaye fazlasını yurt içinde değerlendirmemiştir. Hemen hemen hepsi sermaye fazlasını yurtdışında büyümek için kullanmıştır. Ancak Japon müteşebbisler sermaye fazlalarını ülkelerinde yatırım olarak değerlendirmiştir. Az gelişmiş ülkelerde görülen gelir adaletsizliği de Türkiye’de yoğun olarak yaşanmıştır. Bu durum ekonomik verimliliği düşüren bir olguydu. Türkiye’de lüks içerisinde yaşayan bir grup var ama aynı şekilde aşırı yoksulluk yaşayan grup da kendini belli ediyordu. Japonya aşırı merkeziyetçi bir ülkeydi ve geniş bir bürokrasiyi besliyordu. Samuraylar aynı bizdeki yeniçeriler gibi maaş alıyordu. Bir süre sonra devlete yük olan bu savaşçı grup ortadan kaldırıldı. Bürokrasi azaltıldı. Türkiye’de ise bürokrasi büyüyerek devam etti. Bu durum devlete büyük bir yük oldu. Bu proseste Japonya’nın ve Türkiye’nin coğrafi konumuna da değinmek gerekir. Türkiye Japonya’ya göre emperyalizmin dibinde bir ülkeydi. Japonya ise emperyalizme uzak ve kapalı bir ülkeydi. Ülke içinde reformlarını Türkiye’ye göre dış etkilerden uzak biçimde gerçekleştirdi. Örneğin; Japonya’da Hollandalı tüccarların halkla temas kurması yasaktı. Bu yasağı delen ise 1853’te Komodor Perry olmuştur. Japon kalkınması da Türkiye özelinde olduğu gibi tepeden aşağı olmuştur. Bu modernleşme sürecinde en çok ezilen ise ağır vergi veren köylülerdi. Köylüyü pre-kapitalist toprak bağımlılığından kurtarma amacı gütmüyorlardı. Japonya bir anda kapitalist olmamıştır. İlk başta devletçi bir sistemle yönetildikten sonra sermaye fazlası yaratmış ve çok sonra kapitalist sisteme entegre olmuştur. Sanayi üretimi 1878-1942 yılları arasında 13 kat çoğalmıştır. Tarım üretimi ise 50 yıl içinde bir kattan fazla artmıştır. (8) Japonya bunu gerçekleştirirken devlet kapitalizmi uygulamıştır. Yabancı sermayeyi ülkeden uzak tutmaya çalışmıştır. Japonya’nın fakirliği de yabancı sermaye akınından ülkeyi korumuştur ve böylece Japonya sanayi kapitalizmine geçen tek Avrupa dışı ülke olabilmeyi başarmıştır. (9)

Kaynakça

Samuel. P. Huntington, Medeniyetler Çatışması, 6.B, Minevra Yayınları, İstanbul, 2008, s. 267.

Tarık Zafer Tunaya, İslamcılık Akımı, B.2, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 2007, s. 71.

Fani, Şeyh Muhsin, İstikbale Doğru, Ahmet İhsan Şürekası Matbaacılık, İstanbul, 1913.

Güven Bakırezer, Türkiye'de Siyasal Fikir Hareketleri, s. 48. (Ders Notları)

Ziya Gökalp, Türkleşmek-İslamlaşmak-Muasırlaşmak, Kültür Bakanlığı Ziya Gökalp Yayınları, Ankara, 1976,s. 98; Hucurat Suresi 49/13

Halit Kakınç, Sultangaliyev ve Milli Komünizm, Bulut Yayınları, İstanbul, s. 30.

Doğan Avcıoğlu, Türkiye’nin Düzeni (Dün-Bugün-Yarın),Tekin Yayınları, İstanbul, 2001, s. 76.

Avcıoğlu, age, s. 84-91.

Avcıoğlu, age, s. 93.