Partisinin grup toplantısında açıklamalarda bulunan İYİ Parti Genel Başkanı Meral Akşener, iktidara adeta yaylım ateşinde bulundu.
Diyanet''e tepki gösteren Akşener, "Her ne hikmetse milli günlerimize denk gelen cuma namazlarımızın hutbelerinde Diyanet yönetiminin aklına nedense Atatürk gelmiyor.
Elmalılı Hamdi Yazır’a, yüce dinimizin mukaddes kitabı, Kur’an-ı Kerim’in tefsirini yaptıran, sadece 1923 yılında, 126 caminin bakımını yaptıran, Gazi Mustafa Kemal’in adı, bizzat kendisinin kurduğu, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın aklına gelmiyor.
Hatta, hutbelerde onun adını anmamak için, adeta özel bir çaba harcanıyor. Vefasızlığa bakar mısınız?" dedi.
Akşener, Cumhurbaşkanı Erdoğan''ın 1915 Çanakkale Köprüsü''nün açılışı sırasında kullandığı ''200 liracık'' ifadesine de tepki gösterdi.
Akşener, "Vatandaş 200 liracık verecek ama üzerini de devlet olarak biz tamamlayacağız'' dedi. Nihayet gerçeği kendi sesinden itiraf etti" diye konuştu.
İYİ Parti lideri sözlerini şu şekilde sürdürdü; "Vatandaşa verirken “liraaaaa”, vatandaştan alırken “liracık”…
Asgari ücrete zam yaparken “liraaa”,"Eşe dosta yandaşa dağıtırken, 5’li çetenin vergi borcunu silerken “liracık.” Dahası var. Çanakkale’de, adalar hariç iki yaka arasında, feribotlar, günde 7 bin araç taşırken, bu köprüye, günlük 45 bin araç garantisi verilmiş. Şaka gibi, ama maalesef gerçek."
Meral Akşener''in açıklamaları şu şekilde;
Aziz Milletim, değerli milletvekilleri, kıymetli basın mensupları,
Grup toplantımıza hoş geldiniz, sefalar getirdiniz.
2 gün sonra, yani 25 Mart,
Türk siyasetinin, dürüst ve yiğit evladı, Muhsin Yazıcıoğlu’nun,
şehadetinin, 13’üncü yıldönümü.
Muhsin Başkan, daima hakikat yolunda yürüyen, bir dava adamıydı.
Ama O, aynı zamanda, evlatlarının üzerine titreyen, çınar ağacı gibi bir babaydı.
O, aynı zamanda, bizler için, zor günlerde yanımızda kaya gibi duran, bir kardeşti.
Ruhu şad, mekanı cennet olsun.
O’nu, bugün buradan, kendi dizeleriyle anmak istiyorum.
Dostlarla gidilen dost yolunda,
Çile de cefa da, bir güzel olur.
Canlar bir oldukça canan uğrunda,
Canlar verilesi bir değer olur.
****
Bir değer uğruna ölmeyen beden,
Gömülür toprağa bir ceset olur.
Hakikat yolunda ölürse beden,
Yücelir ruhuyla bir şehit olur.
Allah bizleri de, aynı Muhsin Başkan gibi,
daima hakikat yolundan yürüyenlerden eylesin.
Mevla’m O’nu, peygamber efendimize komşu eylesin.
Aziz milletim;
Biliyorsunuz, geçtiğimiz Cuma günü,
Çanakkale Zaferimizin, 107’inci Yılını idrak ettik.
Başta, Gazi Mustafa Kemal Atatürk olmak üzere,
o büyük destanı yazan kahramanlarımızı, bir kez daha,
rahmet, minnet ve şükranla anıyorum.
Memlekette, kime sorsanız,
Çanakkale Harbi dendiğinde, akla ilk gelen isim,
Gazi Mustafa Kemal Atatürk’tür.
Ancak, her ne hikmetse;
Milli günlerimize denk gelen, Cuma namazlarının hutbelerinde,
Diyanet yönetiminin aklına, nedense Atatürk gelmiyor.
Yani;
Elmalılı Hamdi Yazır’a, yüce dinimizin mukaddes kitabı, Kur’an-ı Kerim’in tefsirini yaptıran,
sadece 1923 yılında, 126 caminin bakımını yaptıran, Gazi Mustafa Kemal’in adı,
bizzat kendisinin kurduğu, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın aklına gelmiyor.
Hatta, hutbelerde onun adını anmamak için, adeta özel bir çaba harcanıyor.
Vefasızlığa bakar mısınız?
Buradan, diyanet yetkililerine seslenmek istiyorum:
Küffara karşı, serden geçen aziz ecdadımıza,
herkesten önce, sizin vefa göstermeniz gerekmez mi?
Ay yıldızlı bayrağımız, Türk yurdunun üzerinde, ilelebet dalgalanabilsin diye,
göğsünü siper eden istiklal kahramanlarına,
bir Fatiha’yı çok görmek, ayıp değil mi?
Gazi Mustafa Kemal’in adını anmamak,
her şeyden önce, mukaddesatımıza aykırı değil mi?
Yazıklar olsun.
Aziz milletim;
Gelelim meselenin diğer boyutuna…
Biliyorsunuz, 18 Mart gününde,
1915 Çanakkale Köprüsü’nün, açılışı yapıldı.
Ülkemizde, taş üstüne taş koyan herkesten, Allah razı olsun.
Biz meseleye, öncelikle böyle bakarız.
Ancak, biz, bu taşın nasıl konulduğuyla da, elbette ilgileniriz.
İYİ Parti olarak, sıklıkla bir şeyin altını çiziyoruz:
Diyoruz ki;
“Biz projeye değil, ranta karşıyız.”
Çünkü o rant, devletin hazinesinden çıkıyor.
Milletimizin helal parası, haramzadelerin cebine indiriliyor.
Çalışanlarımız, emeklilerimiz, esnafımız, çiftçilerimiz, milyonlarca vatandaşımız,
pahalılıkla, yoklukla, yoksullukla mücadele ederken;
Bay Kriz, proje görünümlü tezgahlar üzerinden,
milyonlarca doları, rantın 5 atlısına, bir çırpıda ödüyor.
Pandemide, vatandaşına iki yılda layık gördüğü nakit desteğin, kat be kat fazlasını,
o rant çetesinin, tek bir üyesinin cebine, aynı gün koyuveriyor.
İşte bizim karşı olduğumuz şey, bu soygundur.
Bizim karşı olduğumuz şey, millet hazinesine el uzatılmasıdır.
Bizim karşı olduğumuz şey, bu adaletsizlik, bu haksızlıktır.
Çelişkiler insanı Bay Kriz, eskiden ne diyordu, hatırlıyor musunuz?
“Bu köprüler, yollar, tüneller için devletin, yani milletin kesesinden beş kuruş çıkmıyor.”
Aynen böyle diyordu.
Ama bu arkadaşımız, daha nice konuda yaptığı gibi,
Çanakkale Köprüsü’nün açılışında, yine kendi kendini yalanladı.
Köprünün geçiş ücretini, 200 “liracık” olarak açıkladı.
“Geçen, 200 “liracık” verecek ama, üzerini de devlet olarak biz tamamlayacağız.” dedi.
Yani nihayet, gerçeği itiraf etti.
Törene katılan vatandaşlarımız, pahalı dese de,
zamanında, emeklilerimize seyyanen zam yaparken,
“iki yüüüüüüz” lira diyerek büyüttüğü rakamı, köprü geçişinde 200 “liracık” ilan etti.
Vatandaşa verirken “liraaaaa”, vatandaştan alırken “liracık”…
Asgari ücrete zam yaparken “liraaa”,
Eşe dosta yandaşa dağıtırken, 5’li çetenin vergi borcunu silerken “liracık.”
Dahası var.
Çanakkale’de, adalar hariç iki yaka arasında, feribotlar, günde 7 bin araç taşırken,
bu köprüye, günlük 45 bin araç garantisi verilmiş.
Şaka gibi, ama maalesef gerçek.
Bu matematik üstadı arkadaşlar,
günde 45 bin, yılda 16 buçuk milyon araçlık garanti verdiler.
Yani, müteahhit firmalara, yıllık 246 milyon avroyu garanti ettiler.
Bitmedi.
Sözleşmeyi imzaladıkları gün, avro 4 lira 80 kuruştu.
Bugünse, 16 lira 40 kuruş.
Daha inşaat devam ederken, maliyet 3 buçuk kat arttı.
İşte size, Ak Parti’nin,
bir yandan, vatandaşa “dövizini bozdur” çağrıları yaparken,
öbür taraftan, yandaşının eline, “avrocukları” sayan, üstün yönetim anlayışı.
İşte size, bitmeyen bir yerli ve millilik edebiyatı arasından,
milletin hazinesini, dövizle borçlandırmakta hiçbir sakınca görmeyen, Ak Parti zihniyeti.
Allah ıslah etsin.
Değerli dava arkadaşlarım;
Ben, “Neden köprü yaptınız?” demiyorum.
Ben;
“Honkong’la Çin’i bağlayan köprünün, kilometre maliyeti, 360 milyon dolarken,
Bay Kriz’in yaptırdığı köprünün, kilometre maliyeti, neden 900 milyon dolar?” diyorum…
Ben, “Neden yol yaptınız?” demiyorum.
Ben;
“Neden bir liralık işi, beş liraya yapıyorsunuz?” diyorum.
Ez cümle ben;
“Milletimizin alın teriyle, fedakarlıklarla doldurduğu hazineyi,
neden müteahhitlerinize peşkeş çekiyorsunuz?” diyorum.
Çünkü, biz bu filmi, daha önce de izledik.
Osmangazi köprüsünün durumu ortada.
İşte o nedenle, aynı soygun modeliyle yapılan Çanakkale Köprüsü’nü de,
sanki hafızamızı yitirmiş gibi, görmezden gelemeyiz.
Aziz milletim, değerli milletvekilleri;
İktidar mensupları, lüks salonlardan dışarı çıkamazken,
biz, memleketimizi 2 yıldır, karış karış geziyoruz.
Milletimizin sesine ortak oluyor,
dertlerine çözümler geliştiriyoruz.
Geçtiğimiz hafta da, İstanbul Şile’de ve Aydın’daydık.
Gördük ki;
İktidarın büyüme masalları,
Şilelileri de, Aydınlıları da teğet geçmiş…
Şile’deki pastaneci kardeşim, “Şeker bulamıyoruz.” diyor.
Bir eczacı kardeşim, “Birçok ilacı bulamıyoruz.” diyor.
“Fiyatlar sürekli artıyor, hastalar bize patlıyor.” diyor.
Sağlığın veresiyesi mi olur?
Ama eczanelerdeki veresiye defteri, her geçen gün kabarıyor.
Şarküteri sahibi bir esnaf kardeşim,
“Dükkanın günlük gideri, 800 lira.
Ama şu saate kadar, sadece 250 gram peynir satabildim.” diyor.
Dört aydır kirasını ödeyememiş.
Nasıl ayakta kalacağını soruyor.
Bu sorular bana değil, sana Sayın Erdoğan.
Sen sarayında rahatsın.
Beş maaşlı, on maaşlı saray insanları da evlerinde rahat.
Ama bu insanlar cevap bekliyor.
Bu insanlar, çare arıyor.
Bu insanlar, çile çekiyor Sayın Erdoğan!
Turizmden tarıma, birçok imkâna sahip Aydın’da da;
işsizlik, yoksulluk ve pahalılık almış başını gitmiş…
Mesela;
Nazilli’de karşılaştığımız bir anne,
“Çare, çare, çare” diyerek, feryat ediyor.
Diyor ki;
“Kimine, 5 yerden maaş gidiyor.
Benim çocuğumsa, delik deşik ayakkabıyla geziyor.
Ben, sabahları çocuğuma harçlık veremiyorum.”
Mesela;
İncirliova’da pastane sahibi bir kardeşim diyor ki;
“Hammadde fiyatları çok yüksek.
Bunların düşürülmesini istiyoruz.
Biz de üzerine fiyat koyduğumuzda,
bu sefer vatandaşın, alım gücü düşüyor.
Yani 1 kilo alan vatandaş, yarım kiloya düşüyor.
Yarım kilo alan, 250 grama düşüyor.
Elektrik fiyatları da çok yüksek.
3000 ila 3500 lira arasında sadece buraya geliyor.
İmalathanemle birlikte, benim aylık ödediğim elektrik, 10.000 lira.
Ayrıca toptancımızda, marketlerde şeker yok.
Şekeri artık kotayla veriyorlar.”
Bir başka kardeşim ise, içine düşürüldüğü duruma isyan ediyor.
Diyor ki;
“1.600 lira Bağ-Kur ödedim.
Arabamı sattım, Bağ-Kur borcum olmasın diye.
Ama ilaçlarım bile karşılanmadı.
Bu halkın neyini alacaksınız daha fazla?
Canımızı mı istiyorsunuz?
Canımızı mı verelim?”
Mesela;
Efeler’de şarküteri esnafı bir kardeşim diyor ki;
“Eskiden 1 kilo sattığımız peyniri,
artık 200 gram, ancak veriyoruz.
2 kişi çalışıyoruz.
Asgari ücret yükseldi ama, bu zamlarla geçinemiyoruz.
4250 lira, çocuklarla beraber yetemiyoruz.
Ev bizim olmasa, yanmıştık.”
Aydınlı üretici kardeşim diyor ki;
“Kredi çekip, hayvanlara yem alıyorum.
Yem 150 lirayken, süt 4 buçuk liraydı.
Şu anda, yemin çuvalı, 350 lira.
Biz hâlâ, 4 buçuk liraya süt satıyoruz.
Nasıl dayanabileceğiz başkanım?
Dayanacak gücümüz yok…”
Aziz milletim;
Bereketli topraklarımızda, refah üretmek yerine,
Afrika’ya tarım yatırımı yapmaktan bahseden,
üreticilerimizi kaderine terk eden, bu garip zihniyetten kurtulmak için;
Aydınlı vatandaşlarımız da artık gün sayıyor.
25 kiloluk tohumun maliyeti, 350 lirayken;
Satış fiyatının, 1250 lira olması,
çiftçilerimizi toprağına küstürüyor.
Üretim maliyetleri, sürekli artarken;
Desteklerin, âdeta sadaka niyetine verilmesi,
çiftçilerimizi perişan ediyor.
Pamuk üreticileri dertleriyle, bir başına bırakılırken;
Suriye’den pamuk ithal edilmesi,
çiftçilerimizi kahrediyor.
Ne var ki;
Biz bu gerçekleri söyledikçe, onlar inkâr ediyor.
Biz milletin sesi oldukça, onlar tiyatro diyor.
Varsın olsun.
Yalan mıymış, gerçek miymiş, çok yakında zaten görecekler.
O sandık gelecek,
bu arkadaşlar da, neyin tiyatro, neyin gerçek olduğunu acı bir şekilde görecek.
Hiç merak etmeyin, az kaldı.
Onlar, kendi yalanlarına, kendileri inanadursunlar,
Biz, milletimizin gerçeklerini, anlatmaya devam edeceğiz.
Nitekim, her hafta olduğu gibi, bugün de;
Milletin Kürsüsü’nde, sözü milletimize bırakıyoruz.
Bugün aramızda, Aydın’dan bir çiftçi kardeşimiz var.
Tariş Pamuk ve Yağlı Tohumlar Tarım Satış Kooperatifleri Birliği,
Eski Pamuk Ürün Koordinatörü, Mehmet Ramazan Karayel Bey,
bugün aramızda.
Buyurun Mehmet Bey;
Söz de, kürsü de sizindir.
Teşekkür ediyorum.
Değerli çiftçi kardeşlerim;
Tohum, temeldir.
Tohum, nesildir.
Tohum, gelecektir.
Ak Parti iktidarı;
Ne tohumun, ne toprağın,
ne de sizlerin kıymetini bilmiyor.
Memleketimizin bolluğuna, bereketine,
sizlerin çabasına, emeğine, alın terine, nankörlük ediyor.
Ama biz;
Türkiye’nin kalkınmasında,
sizlerin, ne kadar önemli olduğunuzu biliyoruz.
Çalışmaktan nasırlanan ellerinizin,
hak ettiği değeri görmediğini biliyoruz.
Ama biraz daha sabredin, çok az kaldı!
Ata’mızın vizyonu doğrultusunda,
mutlu, huzurlu ve refah içinde yaşamanıza,
inanın çok az kaldı!
İYİ Parti iktidarında;
Atatürk Orman Çiftliği, Tarım Bilimleri Akademi’sinde, beraber çalışarak,
hem yüksek katma değerli,
hem de, yerli ve millî bir tarım üretimini, birlikte yapacağız.
Yeniden, kendi kendine yetebilen bir Türkiye’yi,
birlikte inşa edeceğiz.
Aziz milletim;
Biz;
Herkesin “bitti” dediği anda, küllerinden doğan,
kendi tarihini, kendisi yazan büyük bir milletiz.
Biz;
Nice acıya sabretmiş,
Bağımsızlık uğruna can vermiş,
Vatanın bir karış toprağı için, dünyayı karşısına almış cesur bir milletiz.
İşte bu yüzden biz;
Bastığımız toprağın da,
Kazandığımız değerlerin de,
Kurduğumuz devletin de, kıymetini çok iyi biliriz.
Çünkü;
Biz bu topraklara, bu değerlere, ve bu devlete kavuşmak için;
Kadınıyla, erkeğiyle,
Yaşlısıyla, genciyle, kınalı kuzularıyla,
Atamızın liderliğinde, hep birlikte mücadele verdik.
Mücadelemizin ilk adımlarını da;
Müdafaa-i Hukuk Cemiyetleri’nde başlattık.
Bu cemiyetlerin adı, neden müdafaa-i hukuktu, biliyor musunuz?
Çünkü;
Cumhuriyetimizin kurucuları, kendi şahsi iktidarları için değil,
Türk Milleti’nin egemenliğini diriltmek için çabaladılar.
Amaçları, öz yurtlarında işgalcilerin hukukunu değil, kendi yasalarını uygulamaktı.
Bu yüzden, işgal güçlerine karşı, verilebilecek en mantıklı tepkiyi verip,
önce bir meclis kurdular,
sonra da, yasaları uygulayacak, bir siyasi iktidar inşa ettiler.
En olağanüstü şartlarda bile, kanun devletinin sınırları dışına çıkmayıp,
Ankara’da top sesleri duyulurken bile, istişare mekanizmalarını muhafaza ettiler.
Cumhuriyetin kurucu kadroları, hiçbir zaman “Ben” demedi, “Türkiye Cumhuriyeti” dedi.
Mustafa Kemal, hiçbir zaman “Ben” demedi,
“Türkiye Cumhuriyeti, ilelebet payidar kalacaktır.” dedi.
İşte o nedenle, devleti meydana getiren kanunlara, kurallara, kurumlara, büyük mesai harcadılar.
Atatürk’ümüzün tabiriyle;
Yeni Türk devleti, kişinin ya da kişilerin değil,
milletin devleti olacaktı.
Bu devlet, en büyük gücünü;
Milletin ve memleketin birliğinden, yani Cumhuriyetimizden alacaktı.
Ancak, devlet-millet birliğinin sağlanması,
vatandaşların bu yeni yönetimi benimsemesi için;
sadece yasalar çıkartmak yeterli değildi.
Nitekim, bunun bir yansıması, 1924 yılında yaşandı.
Gazi Mustafa Kemal Atatürk,
Erzurum ve Pasinler’de, depremden zarar gören köyleri ziyarete gittiğinde,
yaşlı bir köylüyü yanına çağırdı.
Ona; “Depremden çok zarar gördünüz mü, baba?” diye sordu.
Gazi, yaşlı adamın şüphe ettiğini görünce, tekrar sordu.
“Hükûmet sana kaç lira verse, zararını karşılayabilirsin?”
Yaşlı adam; “Valla, padişah bilir.” dedi.
Gazi gülümsedi ve yumuşak bir sesle;
“Baba padişah yok; onları siz kaldırmadınız mı?
Söyle bakalım zararın ne?” dedi.
Yaşlı adam yine; “Padişah bilir” deyince, kaşları çatılan Atatürk,
Kaymakama döndü ve;
“Siz daha devrimi yayamamışsınız.” dedi.
Bu sırada, ortaya atılan yazı işleri müdürü, Atatürk’e;
“Köylere genelge yolladık Paşam” dedi.
Bunun üzerine, Gazi’nin fırtınalı yüzü, daha çok karıştı,
ve o ders niteliğindeki sözleri söyledi:
“Oğlum, genelgeyle devrim olamaz!”
Atatürk, işte bu anlayışla,
sadece, genelgelerle, kurallarla ve yasalarla değil;
aynı zamanda, onları destekleyecek kurumları da inşa ederek,
Cumhuriyetimizi ve değerlerimizi, bir devlet kurumsallığına kavuşturdu.
Ekonomiden, eğitime,
Siyasetten, bürokrasiye kadar,
Her alanda;
Kişisel ilişkilerin yerini, kurum ilişkileri aldı.
Peki neydi bu kurumlar?
Devlet İstatistik Enstitüsü.
Türkiye İş Bankası.
Sağlık Bakanlığı.
Millî Eğitim Bakanlığı.
Adalet Bakanlığı.
Diyanet İşleri Başkanlığı.
Çocuk Esirgeme Kurumu.
Türk Dil Kurumu.
Türk Tarih Kurumu.
Türkiye Şeker Fabrikaları.
Sümerbank Bez Fabrikaları.
Seka Kâğıt Fabrikaları.
Atatürk Orman Çiftliği.
Merkez Bankası.
Ve daha niceleri…
Yalnız fark ettiyseniz, son saydığım kurumlar;
Ak Parti iktidarının, ya kapattığı, ya sattığı,
ya da, kuruluş amacından saptırarak,
kendi himayesine almaya çalıştığı kurumlar.
Peki sizce bu bir tesadüf mü?
Elbette değil.
Aziz milletim;
Cumhuriyetle birlikte oluşan, devlet kurumsallığımızı,
değerli bilim insanı, Şerif Mardin Hocamız;
“Kişi otoritesine dayalı onur anlayışından,
Yasa ve kurallara dayalı onur anlayışına geçiş”
olarak tanımlar.
Peki bugün geldiğimiz noktada, Ak Parti iktidarı,
sizce hangi onur anlayışına sahip?
Bu sorunun cevabını, daha geçtiğimiz hafta,
ekonomideki uzmanlığından ziyade,
sitkom repliklerini andıran, abuk sabuk demeçleriyle öne çıkan,
Nebati Bakan’ın bizzat kendisi verdi.
Bu arkadaşımız ne dedi?
“Bir problem mi yaşadınız?
Rahat olun.
Bize hemen ulaşırsınız.
Bürokrasiyi alaşağı ederiz.
Arkamızda Cumhurbaşkanımız var.
Mevzuatı da değiştiririz."
Üstelik bunu kime dedi?
Yabancı yatırımcılara dedi.
Türkiye Cumhuriyeti tarihi, böyle bir rezalet görmedi.
Türkiye Cumhuriyeti tarihi, böyle bir cıvıklık görmedi.
Türkiye Cumhuriyeti tarihi, böyle laubali bir yönetim anlayışına hiç rast gelmedi.
Yazıklar olsun!
Bu açıklama;
Ülkemizde bir devlet krizi olduğunun itirafıdır.
Aslında Nebati Bakan diyor ki;
“Biz, kanun, yasa, yönetmelik tanımıyoruz.
Sizler de, Türkiye’ye yatırım yaptığınız takdirde;
Türkiye Cumhuriyeti’nin kanunlarıyla veya kurumlarıyla, bir sorun yaşarsanız,
bize gelin.
Biz sizin adınıza, bütün yasal şartları ortadan kaldıralım.
Yani, Türkiye’de kurumsal bir devletle muhatap olmayın,
gelin doğrudan, kişilerle muhatap olun.” diyor.
Neresinden bakarsanız bakın,
içinde yaşadığımız bu ucube sistemin, ucubeliğinin,
bundan daha net bir ifadesi ve tarifi olamaz.
Ama bunlara artık şaşırmıyoruz.
Çünkü;
İktidara gelişlerinin üzerinden, 20 sene geçmesine rağmen;
Ne Sayın Erdoğan,
ne de birlikte çalışmayı seçtiği, bu fevkalade nitelikli arkadaşlar;
Bir türlü, devlet kavramını özümseyemediler.
Bir türlü, cumhuriyet ile barışamadılar.
Bir türlü Atatürk’ü anlayamadılar, O’nun büyük vizyonunu kabullenemediler.
İktidarda oldukları süre boyunca;
Devlet kurumları, Sayın Erdoğan’ın kişisel mülküne,
Kanunlar ise, onun ağzından çıkacak iki kelimeye indirgendi.
Hâlbuki devlet, onu yöneten kişilerden bağımsız, soyut bir kavramdır.
Devletin ruhunu,
kanunlar ve bu kanunları uygulamakla görevli, kurumlar oluşturur.
Ve bir devlet,
kendi egemenlik sahası içinde,
kanunlarını uygulayabildiği kadar devlettir.
İşte cumhuriyetin,
“Kişi otoritesine dayalı onur anlayışından,
Yasa ve kurallara dayalı onur anlayışına geçiş” dönemi,
Ak Parti’nin becerikli ellerinde, tam tersi yönde işlemeye başladı.
Devletimiz, olabildiğince zayıflarken, kişiler güçlendi.
Karşımızda;
Âdeta 14’üncü Louis gibi;
“Devlet benim.” diyen bir Sayın Erdoğan var.
Karşımızda;
Türkiye Cumhuriyeti’nin kanunlarını ve kurumlarını,
herkesten önce ihlal eden,
ve bunu kendinde hak gören bir iktidar var.
Karşımızda;
Kendisi kanuna uymak zorundayken;
kanunu kendisine uyduran,
istediğini kayıran, istediğini cezalandıran
keyfi ve hoyrat bir zihniyet var.
Karşımızda;
Ülkedeki kurumsal devlet yapısını ortan kaldıran,
ve kendisini devletin yerine koyan, ucube bir yönetim anlayışı var.
Değerli dava arkadaşlarım;
Biz bugün, sadece bir siyasi partiyle değil,
Devlete karşı alınmış, bir tavırla mücadele ediyoruz.
Devletin soyut kişiliğini öldürüp,
Onun yerine, Sayın Erdoğan’ın biyolojik bedenini koyan,
bir tavırla mücadele ediyoruz.
Bürokrasiden, medyaya, hatta iş dünyasına kadar her alanı, Erdoğancıkların istila ettiği,
Cumhuriyet kanunlarının yerini de, Sayın Erdoğan’a sadakatin aldığı,
bir tavırla mücadele ediyoruz.
Maalesef artık bugün, Türkiye’de,
ne modern bir devletten, ne de eşit vatandaşlıktan bahsedemeyiz.
Bunun çok acı bir örneğine, geçtiğimiz günlerde Adana’da şahit olduk.
Biliyorsunuz Sayın Erdoğan, başörtülü bacıları konusunda çok hassastır.
Her fırsatta, başörtülü kadınlarımızın hakkından hukukundan bahseder.
Biz sanıyorduk ki;
Sayın Erdoğan için bu ülkenin tüm dindar kadınları birer kız kardeştir.
Meğerse işin aslı öyle değilmiş…
Meğerse;
Başörtülü olmak, dindar olmak, Müslüman olmak,
Sayın Erdoğan’ın bacısı olmak için, yeterli bir kriter değilmiş.
İşte biz Adana’da, tüm çarpıcılığıyla aslında bu gerçeği gördük.
Adana’da yaşananlar, bize gösterdi ki;
Sayın Erdoğan’ın bacısı olmak için, başörtülü olmaktan önce,
kendisine tabi olmak gerekliymiş.
Yani asıl mesele, dindar olmak değil, yandaş olmakmış.
Başörtülü kadınlarımızın hukuku, Ak Parti’ye oy verdikleri sürece kutsalmış…
Yani;
“Oyunu basarsan baş tacısın, itiraz edersen copu yersin”miş…
Hey gidi hey…
Yunus ne güzel söylemiş:
"Zulm ile abad olanın, ahiri berbad olur."
Bu ülkenin dindar kadınlarının, omuzlarında iktidara gelip,
o kadınları, coplatarak iktidardan çekip gitmek…
Şu ironiye bakar mısınız?
Geçekten ibretlik.
Değerli dava arkadaşlarım;
Biz bu hastalıklı tavrın;
Memleketimizin huzurunu, milletimizin geleceğini, tehlikeye attığını biliyoruz.
Bir kişinin, kendi iradesini,
devletin, bütün kurumsal yapısının üstünde konumladığı bir anlayışın,
mutlaka çuvallayacağını biliyoruz.
Şahsi hırslarına kapılanların,
hem kendi milletine, hem de diğer milletlere yaşattığı acıları,
dünyanın her yerinde görüyoruz.
Mesela Rusya’ya bakalım.
Rusya’nın, tüm uluslararası hukuk normlarını hiçe sayarak,
Ukrayna’ya yönelik, acımasız ve kanlı işgal girişimine bakalım.
Putin’in, Çar olma hayali uğruna, Rusya’yı sürüklediği bataklığa bakalım.
Kiev’in, 48 saat içinde düşmesini bekleyenler,
neredeyse bir ayını dolduracak bir savaşın içindeler.
Ukraynalılar, çok zor koşullarda gösterdikleri mücadeleyle;
tüm dünyaya, iki temel tarihsel gerçeği hatırlatıyor.
Birinci gerçek;
Saldırgan, maddi açıdan ne kadar güçlü olursa olsun,
bağımsızlığa inanan ve bu uğurda mücadele eden bir milletin,
kaybetmesi mümkün değildir.
Ukraynalıların mücadelesi,
Rusya’yı, her geçen gün, batağa saplamaya devam ediyor.
Bugün Ukrayna’da yaşanan şey, işte budur.
İkinci gerçek ise;
Devleti kendiyle eş gören bir tiranlığın;
Akıl ve uzmanlık gereken konularda, mutlaka işleri batıracağıdır.
Çünkü tiranların, gerçeklik algıları bozuktur.
Çünkü tiranlıklarda, kimsenin gerçekleri söylemeye cesareti yoktur.
Tiranların da zaten, o gerçeklere ihtiyacı yoktur.
Onların;
Yalaka danışmanlara, partizan bürokratlara ihtiyaçları vardır.
Bu yüzden de, ne kendi milletlerine, ne de insanlığa,
yarar sağladıkları görülmemiştir.
Keza Putin de, bu yolda emin adımlarla yürüyor.
Uluslararası yaptırımlar,
Rusya’yı bir anda, onlarca yıl geriye götürdü.
Âdeta dünyadan yalıtılmış, bir açık hava hapishanesine çevirdi.
Binlerce insan, hayatını, işini ve memleketini kaybetti.
Ne için?
Bir kişinin Çar olma hayali için…
Bugün Rusya’da, devlet aklının yerini,
Putin’in ve etrafındaki oligark çetesinin menfaatleri aldı.
Ve bugün Rus devleti, Putin ve arkadaşlarının elinde,
her zamankinden daha güçsüz hâlde.
Çünkü Rusya;
Bir despotun, kişisel paranoyasını, millî güvenlik;
Servetini koruma arzusunu da, ulusal çıkar olarak tanımladı.
Günün sonunda, kaybeden de, Rus milleti ve Rus devleti oldu.
Manzara size de bir yerlerden tanıdık geliyor mu?
Değerli milletvekili arkadaşlarım;
Devletin kurumsal yolundan, bir kere ayrılınca,
gerisi de, çorap söküğü gibi gelir…
Sizden hesap soracak kimse olmadığı zaman,
ülkeyi, babanızdan miras kalan, bir dükkân gibi görürsünüz.
Vatandaşınızı köleleştirmeye çalışır,
Ülkenizi de, pazarlanacak bir kupon arazi olarak görmeye başlarsınız.
İşte Sayın Erdoğan ve arkadaşlarının düştüğü durum da, tam olarak budur.
Bugün geldiğimiz noktada,
ekonomiden, tarıma, eğitimden, sağlığa kadar,
ülkemiz için kritik öneme sahip, her alanda,
bu çarpık bakış açısının, memleketimize verdiği zararları, tüm gerçekliğiyle yaşıyoruz.
Elbette ki, göç politikasını da, bu kirli anlayıştan ayrı düşünemeyiz.
Bugün ülkemizde, ciddi bir göç politikası sorunu var.
Sakın ola, mevcut durumun, gelişi güzel, ve kontrolsüz bir şekilde,
ortaya çıktığını düşünmeyin.
Bugünkü tabloyu, bizzat Sayın Erdoğan istedi ve bizzat kendisi tasarladı.
Her zaman olduğu gibi, yine,
devletin, bütün kurumsal değerlerini ve hafızasını hiçe sayarak,
bilerek ve isteyerek;
Türkiye’nin göç politikasındaki felsefeyi,
Türk Milleti dışındaki herkesi, memnun etmek üzerine kurdu.
Bu politika, öncelikli olarak,
ülkemizin kaynakları ile okuyan, başarılı ve nitelikli insanlarımızın,
batı ülkelerine gönderilmesini hedefliyor.
Milletimizin senelerdir, dişinden tırnağından arttırarak kurduğu, okullardan mezun olan,
pırıl pırıl doktorlarımız, mühendislerimiz ve akademisyenlerimiz,
bilinçli bir şekilde, yurt dışına gitmeye zorlanıyor.
Bu muazzam insan kaynağından da, Batılı ülkeler ziyadesiyle faydalanıyor.
Yetişmesi için, tek kuruş ödemedikleri,
doktorlarımızı, mühendislerimizi, yetişmiş gençlerimizi,
kendi vatandaşlarının ve ekonomilerinin, hizmetine sunuyorlar.
Diğer taraftan da;
Nitelikli insan kaynağımız, ülkemizi terk ederken,
olabildiğince vasıfsız bir iş gücü de, ülkemize akın ediyor,
ve Bay Kriz’in kurduğu, kölelik sistemine dahil oluyor.
Bugün kontrolsüz göç, artık insani ve siyasi bir mesele olmaktan çıkıp,
bazı illerimizde, demografinin değişmesine, neden olmuş durumda.
Etrafımızdaki siyasi gelişmelere baktığımızda,
Demografinin, nasıl bir siyasi enstrüman olarak kullanıldığını çok net görebiliriz.
Mesela, Kırım sürgünü olmasaydı ve Kırım’ın demografisi değiştirilmeseydi,
Rusya bu bölgeyi ilhak edebilir miydi?
Edemezdi.
Ancak Ak Parti iktidarı, her konuda yaptığı gibi,
bu konuyu da, asıl bağlamından çıkartıp;
milli menfaatlerimiz gibi, rasyonel bir eksen yerine,
sığınmacı nefreti ve sığınmacı sevgisi gibi, duygusal bir eksenden konuşturmak istiyor.
Her zaman olduğu gibi, bu konuda da,
kendi beceriksizliğini örtbas etmek için, yine bir kutuplaştırma alanı oluşturup,
sonra da, işin içinden, elini yıkayıp çıkmak istiyor.
Yani, yapay bir vicdan maskesiyle, beceriksizliğini örtmeye çalışıyor.
Hatta, bunu o kadar ileriye götürüyor ki;
Son derece haklı bir soruna, ve Hatay’ın geleceğine dair, önemli bir tehdide işaret eden,
Büyükşehir Belediye başkanımız, Lütfü Savaş Bey hakkında,
soruşturma açacak kadar da, kantarın topuzunu kaçırabiliyor.
Buradan iktidardakilere sesleniyorum:
Böyle konular, siyasi rant devşirilecek konular değildir.
Kutuplaştırma siyaseti üzerinden, sığınmacı sorunundaki beceriksizliğini gizleyemezsiniz.
Lütfü Başkan, görevinin getirdiği sorumlulukla, sizi işinizi yapmaya çağırdı.
Bu kadar basit.
Soruşturmalarla, baskıyla, iftirayla,
Millet İttifakı olarak, gerçekleri söylememize engel olabileceğinizi sanıyorsanız,
çok yanılıyorsunuz.
Biz, sığınmacılara vicdansızlık edilmesini istemiyoruz.
Sığınmacılara karşı kullanılan, ayrıştırıcı ve düşmanca dilin karşısındayız.
Düşmanca söylemler, ırkçı eylemler, sorun çözmekten acizlerin yöntemidir.
Böyle yaklaşımlar, sorunun çözümünü değil,
iktidarın vicdan perdesinin arkasına gizlenmesini kolaylaştır.
Bir tarafta,
“ensar” diye diye, ülkeyi yol geçen hanına döndüren, Sayın Erdoğan var.
Diğer tarafta da;
âdeta yabancı düşmanlığını körükleyen, bir orta çağ kafası var.
Bu iki kirli zihniyet, Türkiye’nin önüne iki seçecek sunuyorlar.
Ya vicdanlı olup, armut gibi bekleyeceksin.
Ya da vicdansız olup, sığınmacılara söveceksin.
Türkiye sığınmacı sorununu,
işte bu iki sığ düşünce etrafında tartışsın istiyorlar.
İYİ Parti olarak biz,
Vicdanın ardına sığınıp, sorunu çözümsüz bırakacak kadar basiretsiz değiliz.
Ancak sığınmacı düşmanlığı üzerinden, siyasi rant peşinde koşacak da değiliz.
Biz, siyasi rant meraklılarınca Türkiye’ye dayatılan, bu sığ tartışma zeminini reddediyoruz.
Burada asıl eleştirilmesi gereken;
İktidarın göç politikası,
ve Türkiye’yi yarı sömürge hâline getirmeyi amaçladığı, çarpık stratejisidir.
Bu strateji rafa kalkmadan,
ve uygulanan göç politikası değiştirilmeden sonuç alamayız.
Vicdan ile öfke arasına sıkıştırılmış bir tartışmanın, içine çekilmenin,
manası da, milletimize herhangi bir faydası da yoktur.
Aziz milletim;
Bugün ülkemizde, kurumsal akılla işleyen, bir devlet mekanizması olmadığı için,
tüm bu sorunları yaşıyoruz.
Bir devlet krizinin içerisinde, adeta sürükleniyoruz.
İşte tam da bu yüzden;
Devletin ruhunu, varlığını ve kurumlarını hiçe sayan,
Partili Cumhurbaşkanlığı Sistemi’nden acilen kurtulmak,
ve devletimizi yeniden inşa etmek zorundayız.
Çünkü;
bir milletin sürekliliği, devletiyle mümkündür.
Bir devletin sürekliliği ise, ancak kurumlarının sürekliliğiyle olur.
Tam da bu nedenle,
eğer bir milleti yok etmek istiyorsanız, öncelikle onu kurumlarından yoksun bırakırsınız.
Kurumlarını yok eder,
varlığını, birtakım şahısların fani varlığına, bağlı hale getirirsiniz.
Böylece geride, süslü yalanlarla bezeli, pamuk ipliğine bağlı, bir devlet düzeni kalır.
Nitekim;
Bugün içinde bulunduğumuz dönem de,
Yok edilen bir devlet, sömürülen bir millet, talan edilen bir servet dönemidir.
Bugün içinde bulunduğumuz dönem;
devletin ve milletin geleceğinin tehlikede olduğu, bir fetret dönemidir.
Bu fetret dönemi,
“Bürokratik vesayetin boyunduruğundan bu milleti kurtarmak” vaadiyle başlamış olsa da;
Bugün, tüm o vesayetçi “bürokrasi”, sarayın varaklı odalarında,
yeniden, misli ile yeniden inşa edilmiş durumdadır.
Gelinen noktada, etrafı oligarklarca çevrilmiş, tek bir adam,
tüm karar ve kanunların, tek meşruiyet kaynağı olmuş,
“Vasatın vesayeti”, milletin ve devletin boynuna, adeta bir urgan gibi geçirilmiştir.
Bu tablo;
adım adım, ilmek ilmek örülen,
bu yolda, “ne isteniyorsa verilen” bir kurumsuzlaştırma tarihinin, hazin hikayesidir.
Bugün Türkiye;
200 yıllık demokratikleşme çabasının, tarumar edilme sınırında olduğu bir noktadadır.
Bugün, bizi Tanzimat’ın gerisine düşülebilecek bir keyfiliğin varlığı,
yani, “can, mal, ırz, namus, vergi ve askerlik” meselelerinin bile,
devletle millet arasındaki bağı, bozacak bir düzensizliğe meylettiği, apaçık ortadadır.
Devlet idaresini, milleti daha iyi, mutlu ve huzurlu kılabilmek için tanzim etmek yerine;
devlete dair her şeyi, ganimet gibi görüp taksim edenler, iktidardadır ve yaptıkları ortadadır.
Sayın Erdoğan!
Her gün yoksullaştırdığın, mutsuzlaştırdığın, umutsuzlaştırdığın,
aklın sıra, bir lokma ekmeğe muhtaç ederek, kendine kul edeceğini var saydığın,
bu şerefli milletin tarihi;
varlığına, birliğine, namusuna ve haysiyetine yapılmış, hakaretlere ve hareketlere karşı,
edilen itirazların, verilen mücadelelerin, ve kazanılan zaferlerin tarihidir.
Hiç kusura bakma, başaramayacaksın.
Türkiye’yi içine soktuğun bu kurumsuzlaşma çukurundan,
evelallah çekip çıkartacağız.
Kurucu değerlerimizi hatırlayarak çıkartacağız.
Atatürk’ün koyduğu vizyona, istiklal kahramanlarımızın o kutlu iradesine sarılarak çıkartacağız.
Sen ve arkadaşların, istediğiniz kadar yıkmaya çalışın,
biz milletimizle el ele, omuz omuza verip, Türkiye’yi düze çıkartacağız.
İYİ Parti iktidarında devlet;
Bir kişinin değil, milletin idaresinde olacak.
Toplumsal sözleşmemize, anayasamıza bağlı bir kurum olacak.
Yani öyle kişiye göre, işine göre, anayasayı delmek, mümkün olmayacak.
İYİ Parti iktidarında devlet;
Sahip olduğu güç ve yetkileri, tek bir elde toplamayacak.
Kuvvetler ayrılığı, keskin ve net bir biçimde sağlanacak.
Her fırsatta hor görülen, Milletin Evi, Gazi Meclisimiz,
yeniden hak ettiği değerine kavuşacak.
İYİ Parti iktidarında devlet;
Anayasada belirlenen siyasi gücünün sınırlarını aşmayacak.
Hukukun üstünlüğünden, asla taviz vermeyecek.
Yani İstanbul Sözleşmesi gibi, uluslararası sözleşmelerden,
bir gece ansızın çıkamayacak.
İYİ Parti iktidarında devlet;
Ekonomideki yetki ve sınırlarını aşamayacak.
Yani kafasına göre, hazineyi rekor borçlara sokamayacak.
İYİ Parti iktidarında devlet;
Piyasa ekonomisinin işleyişine, ancak gerektiğinde, ve sınırlı olarak müdahil olacak.
Yani Merkez Bankası’nı kukla gibi oynatamayacak.
İYİ Parti iktidarında devlet;
Yönetimi açık ve şeffaf bir şekilde yürütecek.
Yani milletimiz, vergilerinin nereye gittiğini bilecek.
Devlet ile millet arasına, ticari sırlar giremeyecek.
İYİ Parti iktidarında devlet;
Sorumlu ve sosyal devlet bilinciyle hareket edecek.
Yani sadece yardıma muhtaç vatandaşlarını korumayı değil,
Vatandaşını yardıma muhtaç bırakmamayı da benimseyecek.
Yoksulluğu yöneten değil,
yoksullukla mücadele eden bir anlayış, yeniden hakim olacak.
İYİ Parti iktidarında;
Liyakat, devletin her kademesinde hayat bulacak.
Vasatların vesayeti bitecek, milletine hesap veren ehillerin devri başlayacak.
Ez cümle;
İYİ Parti iktidarında;
Devletimizi hak ettiği kurumsallığa da, itibara da
yeniden kavuşturacağız.
Satılan ya da işlevsiz bırakılan kurumlarımızı, yeniden canlandıracağız.
Cumhuriyet Türkiye’sinin onur anlayışını, yeniden hâkim kılacağız.
Üstelik, öyle uzak bir gelecekten de bahsetmiyorum.
Kimse merak etmesin, çok az kaldı.
İYİ Parti şafağı, artık ufukta görünüyor.
İktidarı şimdiden uyarıyorum;
Vaziyet alın, biz geliyoruz!
Sorun çıkartan değil,
sorun çözen siyaset anlayışımızla geliyoruz!
Ayırarak, kutuplaştırarak değil,
Milletimizle el ele, kol kola, hep beraber geliyoruz!
Siz tüm çirkinliklerinizle, tıpış tıpış giderken;
Biz;
Ruhumuzda Cumhuriyetimizin izleri,
Kalbimizde Ata’mızın sözleri,
Omzumuzda milletimizin dertleriyle,
Güçlü, zengin ve mutlu bir Türkiye için geliyoruz!
Toplantımızı şereflendirdiniz.
Sağ olun, var olun, Allah’a emanet olun.