İyi ki tek karar verici biz değiliz!
Ne zaman Ermeni meselesi gündeme gelse, hep aynı sızlanmayı duyarız; herhangi bir Avrupa başkentinde bir kitapçıya girin, ilgili kitapların neredeyse tamamı Ermeni tezlerini içeren kitaplardır...
Doğrudur, Türkiye, soykırım iddialarının Ermeni lobilerince ‘final yılı’ sayılan 2015’e yaklaşırken bu eksikliği fazlasıyla yaşamıştır... Sadece Ermeni meselesinde değil, Kıbrıs ve PKK gibi konularda da kamuoyu oluşturma, propaganda tekniği geliştirme, haklı dâvâlarına destek bulma alanlarında zayıf kalmıştır...
Bu topraklara geldiğinden beri terk etmediği ‘tutunma’ nöbetini bundan sonra da bırakma şansı olmayan, bu ‘mukaddes dert’le beraber yaşamaktan başka seçeneği bulunmayan milletimizin defosu oldu yıllarca hariciye... Sanki düşmanlarca çevrili bir devletin değil, okyanus ortasında kimseyle alış-verişi olmayan ‘balo ve resepsiyon cumhuriyeti’nin temsilcileri olarak vazife savdılar...
Yurt dışında yaşayan Türklerin şikayet kaynağıydı ilgisizlikleri... Bırakın millî konularda lobi oluşturmayı, vatandaşlarımızın bile kapılarını zorlukla aralayabildiği, hatta aşağılandığı, sahipsiz bırakıldığı yerler oldu elçiliklerimiz... Sadece Fransa’da yaşanan ve Fransız basınının yazmasından sonra ortaya çıkan skandal bile ‘ilgi’nin düzeyini sembolize etmeye yeter... Bilindiği üzere Fransa’da bir Türk çocuğu tecavüze uğramış, konuyu medya gündeme getirmiş, bunun üzerine Fransız devleti çocuğu saraya davet etmiş, elçiliğimiz ondan sonra, çocuk ve ailesiyle ‘lütfen’ görüşmüştü... Bu bir hariciye klasiğimizdi...
İçeride de durum çok farklı değil... İstanbul’da büyük bir kitabevine gidin ve konuyla ilgili kitaplara göz gezdirin... Ermeni tezlerini savunan kitap sayısının, Türk tezlerini savunanlardan daha fazla olduğunu görürsünüz... Özellikle son yıllarda tarihçi kimliğinden ziyade, sözde ‘demokrat gazeteci’ kılığındaki yazarların Ermeni tezlerini nasıl ince ince işlediklerini fark edersiniz... Bunlara bir de özel üniversitelerin ‘misyon sahibi’ akademisyenleri eklendikçe tablonun nasıl aleyhimize çevrildiğine şahit olursunuz... Zaten son zamanlarda artan “Özür dilesek, tazminat ödesek ne olur, ne kaybederiz?” türünden yazılan şimdilik ‘yoklama’, bir süre sonra da ‘çözüm kampanyası’na dönüşebilecek yazı ve yorumlar, diasporanın Türkiye’de aldığı mesafeyi gözler önüne sermesi açısından çok önemli...
Biz bir film bile çeviremedik ama ‘Ararat’ı Türkiye’de gösterebildik!.. Bunları akıl etmesi gereken ilgili fonlar ‘şirin görünme’ kompleksiyle genellikle ideolojik amaçlı çalışmalara lojistik sağladı... Oysa yaşadığımız büyük dramlar binlerce senaryoyu besleyebilecek çaptaydı... Geçenlerde Yusuf Halaçoğlu 1915’teki isyan sırasında Ermenilerce esir alınan 50 Türk kadınının Akdamar adasına götürülürken iffetlerini korumak için kendilerini göle attıklarını anlatmış ve onlar için bir ‘İffet Anıtı’ dikmemiş olmamızın eksikliğini üzüntüyle aktarmıştı...
Yine canlı şahitlerin ölmeden önce anlatımlarıyla bilinen bir gerçek daha var... İsyan sırasında köylerden toplanıp Van’ın merkezine götürülmek için yola çıkarılan kadınların yüzlercesi, küçük çocuklarıyla birlikte kendilerini Mermit çayına attılar... Boğulmamak için annelerinin üzerine tırmanan çocuklardan, köprünün üzerinden ilkbahar dolayısıyla coşmuş çaya atlayan ve çayın içindeyken bile kurşun yağmuruna tutulan analardan belge niteliğinde bir film çıkmaz mıydı?
Ne iffeti sembolize eden anıt dikebildik, ne de tezlerimizi anlatabilen bir film çevirebildik... İyi niyetli ve idealist araştırmacı ve akademisyenler de olmasa bugünkü seviyenin bile altında kalmış olacaktık... Şansımız ne yazık ki kendi yöneticilerimizden değil, bize düşmanlık edenlerin istikrarlı duruşlarından kaynaklanıyor... Tıpkı ‘Yes be annem’ propagandasıyla Türk tarafına benimsetilen Annan Planı’nı Rum tarafının reddetmesi veya Ermenistan’la yapılan protokolü yine Ermenistan’ın bozması gibi...
İnsan şükretmeden edemiyor; iyi ki tek karar verici biz değiliz!..