Bazen hedefimi şaşırmış, ahmakça halyallerin peşinde yıllarımı harcamışlığım vardır. Hedefe kilitlenememe sorunları yaşamış, başardığımda ise elimde pek de matah bir şey olmadığını anladığımda üzülmüştüm. Bu konuda yalnız değildim elbette. Ama bir zamanlar böyle düşünmüyordum. Sanki bütün kıyametler benim başıma kopuyormuş gibime gelirdi. Oysa durum böyle değildi. Kıyametlerden herkes payına düşeni almak zorunda kalıyordu. Ama insan kolay kolay öğrenemiyordu hayatın yasalarını. Başına onca iş geliyor, bunların üzerinde düşünüyor, gerekli dersleri çıkrabiliyorsan eğer alıyorsun dersi. Aksi halde ise sadece sıkıntı çekmekle kalıyorsun.
Neden kendime yalnış hedefler koymuştum bazen? Ve neden heder etmiştim onca yılı? Neden onca hayal kırıklığı yaşamıştım? Ve neden başaramamıştım?
Şimdi düşündüğümde bu ve benzeri soruların yanıtlarını verebiliyorum rahatça, ama iş de işten geçmiş hayatın bazı alanlarında...
Sanırım şu soruları sormayı akıl edememiştim o zamanlar...
Bu hedefler gerçekçi mi? Kişiliğime uygunlar mı? Beni yukarılara doğru taşıyacaklar mı? Mutluluk vaat ediyor mu hedef? Getirisi ve götürüsü nedir, onca emeğe değecek mi? O hedefler yerine başkalarını koysaydım şayet, başarı şansım artar mıydı, azalır mıydı? Saygınlığımı, refahımı artırmaya aday mıydı hedeflerim? Sevdiklerime çok daha az zaman ayırmaya değecek miydi? Hayatta karşılığı var mıydı bunların? Bunlar benim yeteneklerimin ötesinde mi yoksa? Maddi imkanlarımla finanse edebilecek miydim hedefimi?
Ve daha nice sormadığım soru belki.
Ve sonra da gelsin konulan hedefin çok uzağında kalmışlığın davet ettiği hüzün, bezginlik, kırgınlık ve başarısızlıklar. ..
"Bazen olmak istediğimiz yer ile olduğumuz yer arasındaki fark, gözlerimizin içine baka baka sıkar boğazımızı" der büyük usta Hermann Hesse.
Ne dersiniz? Haklı mı?
***
BEYEFENDİ
Sevememe hastalığı...
Kendini kronik panik atak yaşayan bir fani ya da takıntıları çok olan bir birey olarak görmüyordu elbette. Ve herkes gibi onun da uyum sorunları vardı kapitalist toplumda ve bu doğaldı da. İnsanın kendine uyması bile zor iken, boğazına kadar soruna batmış başkalarıyla uyum içinde yaşamaya kalkmak başlı başına bir maceraydı. Ama yine de ellili yaşlara kadar gelip de birtakım takıntı, kronik ruh sıkıntısı, zararsız da olsa birkaç önyargı biriktirmeyecek kadar hayatın dışında kalmamıştı.
Bir "kafa hastalığı"nı irdeleyen haber tartışılırken müdür doğrudan onu adres gösterince dikkat kesildi. İki nedenle... Biri, adam müdürdü. İkincisi ise konu mühimdi.
Efendim İngilizler yeni bir hastalık keşfetmişler epey zaman önce. Ve namlı BBC konu hakkında önemli bir uzmandan görüşler aktarmış.
Hastalığın adı şu: Depersonalizasyon bozukluğu.
Başkalarını sevmeyi imkansız kılan bir hastalıkmış bu. Ve insan kendine bir başkasıymış gibi uzaktan bakabiliyormuş. Dahası hasta oluduğu için bunu mecburen yapıyor ve böylece de zamanla kendine de yabancılaşıyormuş. Yani, kendini de sevmeyi başaramıyormuş.
Birkaç kez okudu değerlendirmeyi Beyefendi, kendi başına kalınca. Hastalık yüz kişiden birinde görülüyormuş. Yaygın yani...
Müdür haklı olabilir miydi acaba?
Kısmen diye yanıt verdi soruya önce. Sonra kişisel geçmişinin labirentlerinde uzun bir tura çıktı. Karanlık, alacakaranlık ve aydınlık taraflarda gezindi. Sonra aldığı verilerin analizini yaptı. Elde ettiklerinin gelecekte hayatına ne katıp ne alacağını kestirmeye çalıştı. Bir takım sonuçlara vardı elbette.
Ve dedi ki:
"Onca çatışmayı içinde barındıran ve kendini affetmeyi beceremeyen benim gibi biri kendini kolayca sevemez. Ancak başkalarını sevdim. Ve şimdi sıra, kısmen başıma dert olan bu hastalığın kendimi ilgilendiren yanını yenmekte..."
***
İŞTE O KADAR
Dürüstlük pahalı bir mülktür, ucuz insanda asla bulamazsın...
Mevlana
***
OKUYUNUZ...
"Fırın Saldırısı" Haruki Murakami'den açlık ve suçun doğası üzerine tuhaf, gizemli ve yer yer komik bir suç öyküsü… Karnımız açtı. Nereden çıkmıştı bu açlık hissi? Elbette yiyeceğimizin olmamasından. Neden yiyeceğimiz yoktu? Çünkü yiyecek karşılığında verecek değerli bir şeyimiz yoktu. Neden değerli bir şeyimiz yoktu? Sanırım hayal gücümüzün eksikliğinden kaynaklanıyordu değerli bir şeyimizin olmaması. Hayır, değil, belki de karnımızın aç olmasının nedeni, doğrudan hayal gücü eksikliğimizdi...