İstanbul'da şahin, Basel'de güvercin
Görüşlerini, duruşlarını hiçbir şeylerini benimsemem; ama bu, Cumhuriyet gazetesinin iki yazarı hakkında verilen hapis cezasının gerekçeli kararından "hepimiz adına" endişe duymama engel değil...
Sonuçta "emsal" teşkil edecek!
Charlie Hebdo saldırısının ardından, saldırıya tepkilerini, saldırıya "gerekçe" Hz. Muhammed karikatürünü köşelerine taşıyarak göstermişti iki yazar.
Sonra da başta kendi gazetesinin yazarları; toplumun sinir uçlarını kaşımamak gereğinde uzlaşan birçok kişi tarafından eleştirilmişler ve hadise "kutuplaşmaya" evrilmeden "akil" bir üslupla "atlatılmıştı" aslında.
Gelin görün ki, gerekçeli kararda yer alan ifadeler dolayısıyla bir yara yeniden açılacak galiba; yazık...
Her şeyden önce ve herkesin üzerinde uzlaşması gereken temel ilke şu olmadıkça kanamasını önleyemeyeceğimiz bir yaradan bahsediyoruz:
Merkezine "inancı" alan hiçbir söylem/eylemi kişinin kendisine, çevresine, toplumun bütününe, insanlığa tehdit, tehlike oluşturmadığı, maddi manevi zarar vermediği sürece "suç" sayamazsınız.
"Öznel" bir alanın "nesnel" değerlendirilmesi gerekliliği tek başına yeterince "zor" zaten. Bu "zor" durumu, bir de "hukuk" gibi "nesnelliği"nin tartışılmaz bir başlık altında yaptığınız "öznel yorumlarla" içinden çıkılmaz hale getirirseniz, "tehlike"ye herkesten önce siz zemin hazırlamış olursunuz.
Tezahürlerini çok fark edemesek de nüfusun büyük çoğunluğunun kendini Müslüman olarak tanımladığı bir ülkede, İslami değerlere "hakaret" sayılabilecek bir karikatürün yayınlanmış olması tahrik edici olabilir. Bu eylem "halkın bir kesiminin benimsediği dini değerleri aşağılamak" sayılabilir.
Ama gerekçeli kararda yer alan şu ifadeler?..
" ...bu saldırının da temelinde olan şey İslami inanışa göre peygamberin bir resminin dahi yayınlanmasının kabul edilemez olduğu yolundaki gerçekliktir. (...) Sadece peygamberimiz değil, müşrik ileri gelenlerinin de resmi yoktur. Çünkü İslami inanışa göre iman bir gayb ve kalb meselesidir... İslami inanışa göre Hz. Muhammed'i resmetmek mümkün değildir."
Cuma hutbesi olur...
Diyanet açıklaması olur...
Din Bilgisi dersi olur...
O zaman -hâşâ- hiçbirimiz itiraz etmeyiz.
Ama böyle "hukuk metni" olur mu?
Dini değerlere saldırı iddiasıyla açılmış bir davada, hüküm verici konumundaki kişi, nasıl olur da hükmün gerekçesini "kendi dini inanışları"yla özdeşlik kurarak kaleme alabilirler? Nasıl olur da iddia olunan suçu "davacı"yla aynı tarafta olduklarını/ tarafsız olmadıklarını düşündürecek biçimde "birinci çoğul şahıs" zamiri kullanarak değerlendirebilir?
Bizim işimiz soru sormak... İşin ehli biri cevap versin de öğrenelim:
"Laik bir hukuk devleti mahkemesi" kararından çok "fetva" gibi değil mi?
Bir çift söz de benim gibi bu metne itiraz edenlere...
Daha dün haber oldu. İsviçre'de, Basel'de, Müslüman erkek öğrencilere kadın öğretmenlerin elini sıkma zorunluluğu getirildi!
Basel'de alınan bu karara karşı da İstanbul'da alınan karara karşı aldığımız pozisyonu almamız gerekmez miydi; duydunuz mu peki herhangi bir "nasıl olur", "olur mu öyle şey" eleştirisi?
Yok!
Halbuki, "hukuk" nasıl ki bireylerin "Müslüman olmama, Müslüman gibi yaşamama hakkı"nın garantörü olmak durumundaysa aynı şekilde "Müslüman olma ve gerektirdiği gibi yaşama hakkı"nın da garantörü değil midir?
Öyleyse nasıl olur da bir mahkeme "ben böyle inanıyorum ve kadınların elini sıkmıyorum" diyen birini "İslam dinine aykırılığı üzerinden değerlendirme yaparak", "aykırı değil" fetvası vermek suretiyle "el sıkmaya" mahkum edebilir?
"Din ve vicdan hürriyeti" dediğimiz şey belli bir inancın aleyhine yahut belli bir inancın lehine yontulmak üzere mi "evrensel" bir hak-ilke kabul edilmiştir?
Velhasıl...
İstanbul'daki "gerekçeli karar"dan sonra yaratılan fırtınaya karşın, Basel'de alınan karara karşı hafif bir rüzgâr dahi estirilmeyen fikir ortamında derdin "laik hukuk devleti" olduğunu kimse söylemesin bana!