İslam başka, İslamı herhangi bir konuda belli maksatlarla kullanmak başkadır.
Ahlaki alan dışındakiler ister istemez İslamı bir ideolojiye dönüştürür. İyi niyetle olsun veya istismarla olsun, burada İslamdan uzaklaşma riski, tecrübeyle sabittir. İlke ve amaçların sapması, ahlakî-dinî-iktisadî gafletler, bilgisizlikler, çelişkiler, hele siyasi vurgu ağırlık kazanmışsa, bu tavır zararlı hale gelir. Tarihî bir sorumluluğa boğulmuş dinî siyaset veya siyasi din, son zamanlarda İslamcılık şeklinde boy göstermiştir.
Türkiye başta olmak üzere bugün İslamcıların dinî, siyasi, iktisadî, ahlaki sorunları,
çelişkileri açığa çıkmıştır.
Yalan söylemenin kötü olduğunu bilip her gün yalan söylemek, hırsızlığın suç olduğunu söyleyip, olmadık şekilde çalıp çırpma metotları uygulamak çelişkidir. Adam kayırmak, işi ehline ve hak edene değil, menfaat getirene vermek, benzer türlü türlü adaletsizlikler yapmak, ahlakî çelişkilerle harmanlanıp gitmektedir. Bu garabetleri yalnız İslamcılar mı yapmaktadır? Elbette hayır. Ama birinin bu kötülükleri yapıp namaz kıldığını düşünün. Bir kimsenin zina edip oruç tutmasına benzemiyor mu?
Hırsızlık yolsuzluk yapıp din telkini yapması gibi değil mi? Bu çirkinlikler, bu çelişkiler, her yerde, her zaman, her kavimde vardır ama, bu insanlar bir ülkeyi yönetmeye kalktılar mı, iş değişir. Bunlar, Kur’an tabiriyle el-meleu (ileri gelenler) oldu mu, iş değişir. Kur’an bu çelişkileri, maûn sûresi ve diğer birçok ayet beyanıyla, yalnız yedinci yüzyıla değil, her zamana ışık tutacak şekilde, “ilahi çark”a çomak sokmaya kalkan evrensel örnekler olarak beyan etmiştir. Biz şimdi çelişkilerin olumsuzlukların içinde iktisadî olanlarını öne çıkarıp, İslamın bize verdiği derslere bakalım. Faiz yasaktır deyip faize gönül rızasıyla teslim olmuş siyasileri artık bilmeyen
kalmadı. Paraları biriktirip zayıf ve garip kesimleri aç bırakan, yandaşları zengin edip,
ülkenin zenginliklerini satıp savarak ülkeyi fukaralığa mahkûm eden siyasilerin ve yöneticilerin İslamcı olduklarını bilmeyen mi kaldı? İslama has olduğu halde İslama zıt yapılan çelişkileri İslamcılar hayatımıza soktu. Neden böyle oldu? Neden diğer çelişkiler ve sorunlar gibi iktisadî olanlarını da yaşar hale geldik? Sebebi anlamak kolaydır. Samimi, ihlaslı müslüman olamamayı bir tarafa bırakalım. Kökü geçmişe gömülü ve daha yaygın olanı şudur: Cehaletle ve daha da çok kişisel menfaatle karışık olarak İslamı anlamaya yanaşmamak, pragmatik şekillerle ve şekilcilikle yetinmek,
anlamı tesbih tanelerine yükleyip zikir zannıyla dinî parmaklarının arasında oyuncak
yapmak. Sebep bu oldu. Bununla müslümanlık değil, ancak İslamcılık yapılabilir.
Asırlardır sürüp gelen bu süreç. İslamın yerine geçmiştir. Modern zamanlarda da siyasi arenaya açılış güncelleşmiştir. İslamın özünden ve hedefinden uzaklaşmanın adı, İslamın güncelleşmesi olmuştur. Oysa sapmalar, uzaklaşmalar, şekil ve pratiklik ikameleri, çağa daha kolayca hitabedebilme, ancak aslına uymakla sağlanabilirdi. O öyle bir yeni ve her çağa, her yere hitap edebilen bir harekettir ki, o iyi anlaşılırsa, daima
güncel olduğu zaten anlaşılır.
Türkiye bu konu ile ilgili sıkıntıların odağında bir örnek olmuştur. Sürüp gelen hangameye eklenen İslamcılar sayesinde. Türkiye, olması gereken iktisadî düzenin neresindedir? Yakınında mı, uzağında mı? Hem de bunca bilgi birikimine, bunca tecrübeye rağmen nerede duruyor? Dillerinden din düşmeyenlere göre, iktisadî düzenin müslümanlaştırılmasına hangi mesafededir? Yoksa olması gerekenin zıddına mı gitmiştir. Türkiye? Kapitalist midir, sosyalist midir, İslamcı (!) mıdır, İslamî midir? Bazı ekoller, sistemler şahıslarla ifade edilir. Karuncu mudur, Firavuncu mudur, Muaviyeci
yoksa Ebu Zer’ci midir? Nasıl anlayacağız? Önce müslümanlaşma nasıl olur, buna bakmamız gerekir. Bunu bilmezsek, Türkiyenin iktisadî duruşta nerede olduğunu anlayamayız. Bir insan müslüman olmuşsa anlayabiliyoruz.
Bir kültür müslüman olmuşsa da anlayabiliyoruz. Değer yargıları, estetik anlayışı, ürettiği kültürel eserlerşiirleri, şarkıları, üslup ve kazanılan yeni alışkanlıklar, kendini ele verir. Bu durum
iktisadî düzende de kendini belli eder. İktisadî kanun ve ilkeler mi? Bunlar bellidir.
İslamın, genel kanun ve ilkelere, tabiatın, toplumun, ihtiyaç düzeninin kanunlarından
iktisadî ilkelere ve düzene geçişte uyum içinde olduğu açıktır. Önce İslamcılara bunu
öğretmek gerekir ki kendi tarzlarının buna uyup uymadığını anlayabilsinler.
İktisadî kanunlar, tabiatın, toplumun, hayatın, aklın, ihtiyaç düzeninin uzantısı olan kanun, ilke ve kurallardır. Bunların ayrıca müslümanlaşması söz konusu değildir. Mesela ilk kanun olan nedret kanunu, yani varlık-kıtlık meselesi, İslamın da doğallarındandır. Güneş ışığı ve ısısı, teneffüs ettiğimiz hava gibi, diğer şeyler de herkese, her zaman yetecek kadar bol olsaydı, iktisadî düzen diye ayrıca insan gayretini, bunun ilmini gerektiren bir meseleye yer ve ihtiyaç olmazdı. Ne sahiplenme, mülk
edinme, ne paylaşma çabası, ne biriktirme, ne istismar, ne adaletsizlikler, ne yetki kullanımı, ne kazanç, ne kâr-zarar, ne israf veya cimrilik, başka konular hariç bu konuda ne kavga olmazdı.
İnsanlar daha mı mutlu olurdu? O apayrı bir konudur. Yine kavga sebepleri bulabilir, azgınlık ve şımarıklık yapabilirlerdi. Bunu bilen, yaratıcı, Mutlak Bilgi-Kudret-Kuvvet Sahibi Allah şöyle beyan etmiştir: “Allah, kullarına rızkı bol bol verseydi, yeryüzünde azarlardı. Fakat O, dilediği ölçüde indirir...” (Şûrâ, 27).
İşte size nedret kanunu. İktisadî düzen ve onun ilmi böylece başlar.
Bir başka kural: Bir şey az bulunur veya az üretilmiş, çok talep varsa, fiyatı yüksek, çok bulunur veya çok üretilmiş fakat talep azsa, fiyatı bu sefer pahalı değil, ucuz olur. Yani arz-talep kanunu. Bu ve benzeri kanunlara kimsenin itirazı olamaz.
Bunların müslümanlaşmasından bahsetmiyoruz. Ancak işin içine insan iradesi girmişse, değişik boyutlar kazanması, yine bu kanunların içine yerleşir. Meselâ buğday fiyatı, arz-talep kanuna göre arttıysa, insan ekmek yerine bir müddet patates yiyebilir.
Bugday fiyatları düşebilir. Fakat kanun değişmez, bu sefer patates fiyatları yükselir. Ancak biz kanunlara şuursuzca, rasgele teslim olmuş değilizdir. İşin içinde bunlara tavır koyabilen “insan iradesi” vardır. İşte müslümanlaştırma, çelişkiler oluşması, iktisadın yönetilebilmesi veya yönetilememesi, yapılanların doğruluğu veya yanlışlığı, zaman ve şartlar, burada başlar. İşin içine insan iradesi girmiştir.
Başka deyişle, bizim dışımızda, bize rağmen, kendiliğinden işleyen iktisat kanunları ve düzeni yoktur.
Oraya ahlakı bile sokacak kadar bizimle iç içedir. Tabiat kanunlarına bile hayvanlar gibi içgüdüyle teslim olmamışızdır. Tabiat kanunlarını öğreniriz, onlardan faydalanırız.
Hatta, bazan müdahele dahil, onları kontrol altına almaya çalışırız. Suyun, bir şeyi hacmi kadar bir güçle kaldırdığını anlamışsak, gemilerimizi bu hesaba göre yaparız.
Midemiz, filan besin maddesinde asidi fazla üretiyorsa, ona göre tedbir alır veya müdahale ederiz.
Sayılamayacak kadar pek çok alanda doğal kanunlarla insan hayatı, irade aracılığı ile iç içe girmiştir. Her biri bir ilim alanına da yol açmıştır. Demek istediklerimizle, ne tabiat kanunlarını red ve inkâr ediyoruz, ne hafife alıyoruz.
Hayvanlar gibi içgüdüyle teslim olmuyoruz. Araya bize boşuna verilmemiş olan akıl ve iradeyi sokuyoruz. Aksi halde biz hiçbir teknoloji ve medeniyet üretemezdik. Daha iyi bir iktisadî düzen peşinde olamazdık. İktisat kanun ve düzeninde biz daha aktif durumdayız. Çeşitli çareler üretebiliriz. Kuralları kullanma manevra ve manivelaları bize aittir. Kurallar, yalnız fiyat, kâr-zarar, iş, verim gibilerle değil, dürüstlük, sahtekârlık, ihtiras, kanaatkârlık, doyumsuzluk, fedakârlık v.b. ile de yakın akrabalık bağı kurmuştur. İşte, iktisadî alanın müslümanlığı veya zındıklığı, Karunluğu ve Firavunluğu, yahut Yusufluğu, Ebu Zer’liği burada devreye girer. İslamcılar sakın
bunları biz de biliyoruz, demesinler. Bilip de yapmamak veya aksini yapmak,
bilmemekten daha kötüdür.
Müslümanlaştırmak istemişsek, doğal iktisadî kanunlara, İslamî ilke ve kuralları eklemişiz demektir.
Nedir bu ilke ve kurallar:
– Sahip olma duygusu, mülk edinme hakkı azgınlaşmamalıdır. Mülkün kendisinden ziyade, kullanımı önemlidir. Mülkiyet meşrudur, fakat emanet gibi kabul edilmiştir. Yani dikkatli kullanılmalıdır. Hakimiyet kurma vasıtası yapılmamalıdır. Ferdin, devletin, kamunun (ammenin) mülkiyetleri birbirine karıştırılmamalıdır.
– Servet, belli ellerde toplanmamalı, yalnız zenginler arasından
dolaşmamalıdır.
– Paylaşma esastır. Örnek şudur: Yanındaki (komşu) aç iken tok olup buna
aldırmayan müslüman olamaz.
– İktisadî hayatta da ahlak geçerlidir.
– Adalet, her konuda olduğu gibi, iktisadî alanda da ön plandadır. Toplumda iktisadî uçurum, zulümdür. Zulmün ise İslamdaki yeri küfre eşit olmasıdır.
– Devlet önemlidir. Adalet üzere olmalıdır. Devlete vergi vermek zorunludur.
Zekat “tahsis” vergidir.
– Emek kutsaldır. İnsanın ancak sa’yı (işi, emeği) vardır.
– Ticaret meşru, farz gayrımeşrudur. Para ticareti yapılamaz.
– Zorunlu ihtiyaç ve topluma dönüş yapacak olan bir amaç dışında, sırf şahsi olarak biriktirme yapılamaz. Mutlaka hemen dolaşıma katılmalıdır.
– Ferdin ve toplumun sorumlulukları birbirine ters düşmemeli, sentezde,
birinin menfaatini öne çıkarmamalıdır.
– İnsan hem özgürdür, hem himayeye muhtaçtır. Bu diyalektik iktisadî alanda da geçerlidir. Birini alıp diğerini hiçe sayarak ideolojik-iktisadî sistem uygulamak, önünde sonunda toplumu çürümeye götürür. İnsan, ancak toplum düzeninin sağlıklı olması çerçevesinde özgürdür. Toplum insanın rahatlığı ve mutluluğu için himayecidir. Baskı kurmak için değil.
– İsraf kötüdür. Cimrilik de kötüdür. İkisi arasında bir yol tutulmalıdır.
– İstismar önlenebilir ve önlenmelidir.
– Mal ve ürün tanıtımı yapılabilir, ama kandırma, algılatma, sürekli telkin etme tarzında olmamalıdır. Yani bugünkü reklam şekli, İslamî iktisat anlayışına, iktisadî ahlak kuralına uymaz.
– Olağanüstü uygulamalar, zaruret halinde meşrudur. Haksız, adaletsiz elde edilmiş mal ve paralara el koymak, fiyatlara müdahale etmek gibi. Tarihi örnekleri de vardır. Hz. Ömer ve Ömer b. Abdulaziz böyle yapmışlardı. Ferdin ve toplumun helakine giden bir süreç yaşanırsa, kurallar olağanüstüne tabi olurlar. Savaş hukuku gibi, savaş iktisadî da böyledir. Bu tavır, “zaruretler memnu (yasak) olanı mübah (normal) kılar ilkesinin uygulanışıdır.
Yukarıda saydıklarımıza uyulmuyorsa, hele zıtları yapılıyorsa, yetkililer ve yöneticiler, ya bir cehalet içindedirler, ya şahsi menfaat ve istismara boğulmuşlardır.
İslami iktisattan da hiç bahsetmemelidirler. İktisadî hayatın, tabiat-emek-bunlara sonradan katılan sermaye gibi önemli faktörlerine, bunların varlıkları ve önemleri hakkında İslamiyetin diyeceği birşey yoktur. Ancak bunların kullanılmasında söz sahibidir ve bu konuda bir terbiyeci tavrı bulunur. Onun herşeyden önce ve herşeye zemin teşkil edecek bir “insan tanımı” bulunur. Maddeye hasredici bir insan tanımına yer vermez. Mesela “home economicus (ekonomik insan)” tanımını sapma bulur. Çünkü bu tanım bize, ya içgüdüleri ve ihtiyaçları içinde yaşayan bir varlığı, ya da her istediğini yapma arzularının kulu olan bir varlığı hatırlatır. Yahut da arı kovanındaki veya karınca kolonisindeki bir canlıyı, yani herkes birbirinin ve çokluğun kölesi olmuş bir canlıyı hatırlatır. Oysa İslam, her konuda olduğu gibi, iktisadî konuda da insanı, “düşünen, bilen ve inanan, özgür bir varlık olarak görür. Faaliyeti bu anlama uygun olarak alır. İnsan anlayışına ve tipine karar veremezsek, iktisadî müslümanlaştırmaktan da söz edemeyiz. İslamın yaptığı, genel iktisadî ilkelerden yola çıkarak, kendine ait iktisadî ilkeleri öğütlemektir.
Müslümanlaştırılmış iktisadî düzen kısaca bize şunu telkin eder: Makul (akla uygun), barışçı, tutumlu, paylaşmacı ve yardımlaşmalı, orta bir yol. Bu kıvam, ancak olağanüstü durumlarda değişebilir, dedik. Bu da yine insanı korumak içindir. Sonunda daima “toplumcu düzen” ağırlığını koymalıdır. Bu toplumculuk, bir talimat, emirname toplumculuğu değildir. İnsanî olduğu kadar milli, geleceği gözeten bir sistemdir.
Küreselciliğin olumsuzlarına karşı da bir kimlik korunmasıdır.
İslam iktisadî düzen ve dinamizmini ifade eden yukarıda saydığımız ilke ve kurallarının bazılarının açılımına geçebiliriz.
– İnsanlar arası ilişkileri, iktisadî alanda para değil, üretim, tüketim ve paylaşım düzenler ve düzenlemelidir. İlişkilerin düzenlenmesinde para bir vasıta ve semboldür. Yani bunun arkasında meta, üretim, tüketim, paylaşım zaten var denilecekse, bazan bu iş spekülatif bir hal alır, sırf para üzerinden bir düzen kurulabilir. Hayali ihracat gibi. Herşeyin paraya tahvil edeceği duruma, iktisadî olmayanlar bile dahil edilebilir. İşte sapma ve yozlaşma o zaman başlar. Toplumun işleyişi, bütünlüğü, ahengi ve hatta varlığı tehlikeye girer.
Toplumun sadece iktisadî değerlerle, üstelik onların vasıtası olan parayla işleyeceğini düşünmek toplumu bir şirket olarak kabul etmek demektir. Şirketler kâr da, zarar da, iflas da edebilirler.
Temel kayma şu olmuştur:
Vasıtalarla amaçlar birbirine karıştırılmış, giderek yer değiştirmiştir. Para amaç olunca, din gibi olur.
Para, yanına istismar ettiği dini ve siyaseti de alınca ne olur? Bugünkü Türkiye olur. Konunun örneği can yakıcıdır ama gerçektir.
İslamcıların bunlara aldırış etmemelerine en çok müslümanların şaşması gerekir.
İktisadî ve siyasi hayat dine, din siyasi ve iktisadî hayata dönüşmüştür. Çünkü birbirine bağımlı kılınmıştır. Dinin bunlara hizmet eder hale gelmesi, özellikle can yakıcıdır. Teorisyenlerin ve sosyal yorumcuların bu konuyla ilgili iddiaları malumdur.
Biribirine zıt gibi görünen iki sistem, kapitalizm ve komünizmin yorumcuları, ikili ilişkiyi bize anlatmışlardır. Birinde dinî anlayış kapitalizmi doğurur. (Max Weber: Protestanlık ve Kapitalizmin Ruhu). Diğerinde iktisadî hayat dini doğurur (Karl Marx).
Doğruları-yanlışları bir tarafa, İslam dünyası dahil, bu sistemler modern zamanlara egemen olmuşlardır. Ne yazık ki İslamcılar kapitalizmi tercih etmişler, buna din ve siyaseti de ekleyerek veballerini büyültmüşlerdir.
– Para ticareti dışındaki ticaret, çok hassas bir alan olsa da meşrudur. Para ticaretinin yasak olması, bunun ürünü olan faizden dolayıdır. Para ticaretinde paranın alıp sattığı şey, Allah’a ait olan “zaman”dır. Para nesneye değil, zamanın alınıp satılmasına vasıta kılınmıştır. Komünizmde hem ticaret, hem faiz gayrımeşrudur. Kapitalizmde ikisi de meşrudur.
– Kader konusunda yanlış kurguya nasıl dikkat çekilmişse, iktisadî alanda da yanlış kader anlayışına dikkat çekilmiştir. “Herkesin rızkını Allah verir” beyanını doğru anlamalıdır. Herkes kavramı zaten meseleyi anlatmaktadır.
Rızkı Allah hazır etmiştir. Rızk, çevremizde ve vasıtalar ve vesileler arasında mevcuttur. Elde etmek bize aittir. Hayvanlar bile bu rızk için hareket halindedirler. Bizlerin rızk farklılıkları, bize aittir. Öyle olmasaydı “insan için sa’yinden (işinden, çalışmasından, çalışmasının karşılığından) başka
birşey yoktur” (Necm, 39) demezdi.
– Ferdî planda rekabet İslamda iktisadî alanda değil, iyilik etme alanında geçerlidir. “Hayırda yarışın” beyanı bunu ifade eder. Rekabetin, yani yarışın dönük olduğu amaç önemlidir. Manevi amaç, toplumsal amacı da kapsar.
Zaruri hallerde olağanüstü tedbirlerden sözettik. Toplum bozulmaya başlamış, iktisadî uçurumlar görünmüşse, geçici ve aldatıcı tedbirler işe yaramıyorsa, hastanın kendi kendine iyileşmesi beklenemiyeceğine göre, tedavi gerekecektir. Yanlış tavır ve uygulamalardan kaçınılacaktır.
Gerekirse ameliyat edilecektir. Aslında bu da normal, doğal iktisadî kuralların dışına çıkılması değil, yine birer kuraldırlar. İktisadî hayatın içine dahildirler. Önce, menfaatperest, doyumsuz, vurdumduymaz, hainlik ve düşmanlık hisleri taşıyan failler ve yetkililer varsa, bertaraf edilmelidirler.
Sonra alternatif kurallara geçilmelidir. Meselâ yabancı para, dış ticaret ve zaruri maddelerin ithali dışında kullanılmamalıdır. Milli para korunmalıdır. Türk parasını, yani milli olanı küreselliğe kurban etmemelidir. Benim cebimde doların, avronun ne işi var? Ferdî yabancı para mevduatı yasaklanmalıdır. Vatandaşın parasının korunması doğal yollarla olmalı, yabancı parayı koruyup kollayarak vatandaşın parasını korumak garabeti, art niyetten başka birşey değildir. Devletin ödemeleri milli parayla yapılmalıdır. Yabancı paraya dayalı işlemler enflasyonu azdırır.
– Devletin yapacağı işleri, kendi imkânları ve kadrolarıyla yine devlet yapmalıdır. Aksi tutumlar, israfa, sömürüye, fiyat artışlarına yol açar. Birilerini zengin etmek gibi bir yola, devlet tevessül etmemelidir.
– Bankalar, para ticareti yapanların, tembel, emeksiz, zahmetsiz kazanç elde etmek isteyen sömürücü asalakların kurumu olmaktan çıkarılmalı, bir ucu daima yatırıma ve üretime açık hale getirilmelidir. Göstermelik, kâğıt üzerinde kâr-zarar ortaklığı gibi hokkabazlıklara girilmemelidir.
Bankalar, kuruluş gayesine göre hareket etmeli, para ticaretinden öte gitmeyen faizle varlığını devam ettiren bir durumdan çıkarılmalı, parayı üretim ve yatırıma dönüş faaliyetlerin aracı kurum haline getirilmemelidir. Devlet bankaları da özeller de para ticareti değil, paranın yatırıma, ihtiyaç giderme yollarına, yardımlaşmaya dönük faaliyetler yapmalıdır. Özel bankalar, hissedarlarının yan gelip yatarak, para üzerinden para kazanan tefeciler şeklinde asalaklar
olması önlenmelidir.
– Özel kurum ve kuruluşlar sınırlandırılmalı, olanlara devlet kontrolü arttırılmalıdır. Özel okul, özel hastane, özel iktisadî işletmeler, sıkı kontrol kapsamı içine alınmalıdır. Özeller, devlete yardım amacıyla millete hizmet için var olmalıdır. Elbette kazanç elde edeceklerdir, fakat amaç sırf bu
olmamılıdır. Hele devleti, özellere teslim edecek yönde bir siyasi faaliyet, ihanet gibi bir kötü niyet anlamı taşır. Özellerin işlemlerinde, millilikten ve adaletten uzaklaşma tavrı görülürse, devletleştirilmelidir. Bir toplumda adalet, güvenlik (asker ve polis teşkilatları) nasıl ticari alana ve özele devredilemezse, sağlık ve eğitim alanı da ticari ve özel alanın işi olamaz.
Sağlıktan ve eğitimden para kazanılmaya odaklanma, hem insanlığa, dolayısıyla hem de İslamın ruhuna aykırıdır. Ancak bu arada devleti de devlet yapmak gerekir.
– Türkiye’de satılmış olan kuruluşlar geri alınmalıdır. Bunlar tekrar devletmillet hizmetine verilmeli, yenileri eklenmelidir.
– İthalat ve ihracatta, ihracat lehine iktisadî faaliyet ve imkânlar arttırılmalıdır. Üretebildiğimiz ve üretebileceğimiz ihtiyaç maddeleri dışarıdan alınmamalıdır. Biz üretmeliyiz. Çiftçilik ve hayvancılık başta, bu konuda Türkiye, kötü bir örnek yapılmıştır.
– Doğal ve tarihi zenginliklerimiz, para için heba edilmemelidir. Bu konuda da Türkiye kötü bir örnek olmuştur.
– Öğrenciler başta, bütün gençleri koruyup kollayan her türlü faaliyet ve fedakârlık yapılmalıdır. Bunun iktisadî zemini sağlanmalıdır. Bu, geleceğimizin teminat altına alınması demektir. Bu görüş ve tavsiyelerden sosyalist bir düzen mi çıkar? Çıksın. Özgürlüğü kendi niteliğinden ve rotasından çıkarıp, liberal demokrasi diye diye, istismar ede ede, uçurumdan yuvarlanmaya götürecek bir düzeni mi tercih edeceğiz? Muhatabımız şu anda daha çok İslamcılar olduğu için diyoruz ki: Bir müslümanın, eğer şuurlu ve bilgili ise, materyalist olmaksızın sosyalist (toplumcu) olması, kapitalist olmasından daha uygun ve daha kolaydır. Kapitalizm, dini ve özgürlüğü kullanan kişisel bir
materyalizmden başka bir şey değildir.
Ferde özgür iradeyi tanıyıp, genel iradeyi, yani toplum iradesini yok sayarsak, toplumun kendisini yok saymış, yahut onu fert iradesinin bir vasıtası ve oyuncağı kabul etmiş olur, anarşi ve kaosa kapı açmış oluruz. Bunu hesabeden ve hatta gören Batılı toplumlar, bir taraftan özgürlük ve serbestlik senaryolarını sahneye koymuşlar, öbür taraftan devletçi davranmışlardır. Karma ekonomiyi icat eden biz değiliz, onlardır.
– İddiaları icabı, ahlakı hiç unutmaması gereken ve fakat hiç umursamaz görünen İslamcılar, iktisadî ahlaka, liberalistler kadar bile yaklaşmamışlardır.
Oysa İslam buna çok önem verir ve iktisadî ahlakta da birçok örnek beyan eder. Ahlakı imanla bütünleştiren İslam, iktisadî ahlakı bunun dışına asla çıkarmaz. Meselâ “ölçen” ve “tartan” örneği üzerinden iktisadî ahlaka dikkat çekmiş, uymadıkları takdirde helak olacaklarını belirtmiştir. Meselâ kumaşı ölçüp satan, buğdayı tartıp satan kimselerin temsil ettiği iktisadî ve idarî alanı elinde bulunduranlar için Hz. Peygamber şöyle demiştir: “Siz iki önemli işin başına getirildiniz. Sizden önce gelen milletler, bu sahada helak oldular.” (Tirmizî, 369/1233). Kur’an iktisadî ahlak üzerinde durmuştur. Yoksa
İslamcılar, iktisada ahlakı sokarsak, dinamızm durur diye mi düşünmektedirler?
İktisadî ve idarî alanda büyük veballer altına girmiş olan İslamcılar, insanları İslamdan soğutmuşlardır. Bugün uygulanan İslamı gerçek İslam zannedip, İslamı kötülemek için fırsat kollayıp ve malzeme toplayan kötü niyetlileri bir tarafa bırakırsak, Türk halkı, özellikle Türk aydını, iyi niyetle işin aslını öğrenmek durumundadırlar.
Yetkili yetkisiz, teorici veya yönetici İslamcılara, etnik-siyasî açılımlardan, Türk düşmanlığı açılımlarından medet umacaklarına, adını kullanıp durdukları İslama açılım yapıp onu anlamaya çalışmalarını tavsiye ediyoruz.