İşine ruhunu katan insanlar

İşine ruhunu katan insanlar

38 yıl önce üniversitede tanımıştım o dostu. Benden iki ya da üç sınıf ilerdeydi. Aslan gibi biriydi, yürekliydi. Tane tane konuşurdu, ikna kabiliyeti yüksekti. Dosttu, ağır abilerden biriydi ta o zamanlar bile. Bir sıkıntın varsa kapısını çaldığında elin boş dönmezdin... Geçenlerde yine çaldım kapısını bu has adamın. “Aksaray’da buluşalım” dedi, “seni bir kebapçıya götüreyim. Bizim Urfalıdır sahibi, iyi adamdır.” Urfalı, kebapçı ve bizim dost... Harika bir yemek bizi bekliyor dedim içimden. Arkadaşımı da alarak gittim. Her şey gerçekten nefisti. Mesela lahmacunun bu kadar nefisini daha önce yemediğimi itiraf etmeliyim. Diğer mezeler de muhteşemdi. Duvarlardaki resimlere baktım bir ara. Bu memlekette, politikadan sanat dünyasına, ekran figüründen entelektüeline ünlü kim varsa duvarlarda fotoğrafları asılıydı. Bu ünlüler kebap için geliyormuş ayda birkaç kez. Ara sokakta küçük bir mekanın sahibi olan patronun bu isimleri buraya nasıl çektiğini merak ettim. Ve iletişimi süper, çok iyi bir gözlemci, çalışkan, mekanına beş yıl önce gelmiş birini bile anında tanıyan, sıcak, içten, karşısındakine yüreğiyle bakan patrona sordum bu işi. Kısaca anlattı... Çok çocuklu, yoksul bir ailenin ferdiymiş. 12 yaşında ilkokulu bitirir bitirmez bir fırıncının yanında çalışmaya başlıyor. Sonra nenesi devreyi giriyor ve “Oğul” diyor, “başkasının yanında çalışırsan, gelecekte çocukların da senin gibi olur. Başkasına çalışır ve yoksul kalırlar, kendi işini kur.” O çocuk 16 yaşında yiyecek üzerine işini kuruyor. O yıl evleniyor. Birkaç yıl sonra işini İstanbul’a taşıyor. Adımlarını doğru atı- yor ve ustalaşıyor. İşi hacim olarak çok fazla büyütmüyor, ancak aşkla çalıştığı için en iyi ürünler çıkıyor ortaya. Siparişlere yetişmesi kolay olmuyor. Ve iyi kazanıyor. İlkokulu bitirip çalışma hayatına atılan o küçük çocuğun İstanbul’un merkez semtlerinden birindeki dükkanı uzun zamandır ünlülerin uğrak yeri... Bıyıklarıyla saçları kar beyazı, ışıl ışıl bakan, işine ruhunu katan bu okumamış adam, beş çocuğunu da üniversiteden mezun ettirebilmenin gururunu taşıyor. Eğitim şart efendim...

OKUYUNUZ

İvan Sergeyeviç Turgenyev, Çarlık Rusyası’nda geçen “İlk Aşk” romanında etkileyici bir aşk öyküsünü anlatırken toplumu, aile içi ilişkileri, tutkuyu ve hayal kırıklıklarını da okuyucuya sunar. Turgenyev görünüşte bir “aşk üçgeni” çıkartır karşımıza. Ama aslında bir “aşk- çokgeni” bu ve çökmeye yüz tutmuş taşradaki aristokrat bir ailenin genç kızı çevresinde “defile yapan” lüzumsuz entelektüeller, varlık nedenini yitirmiş, cesaretsiz, irade yoksunu bir sosyal katmanı çıkarır karşımıza yazar...

BEYEFENDİ

Her şeyi bedelsiz istiyordu

Çok satan bir gazetede, insan halleri üzerine yazılar yazardı Beyefendi. Okuru, seveni çoktu. Kıskananı, nefret edeni de çoktu elbette. Zira bu memlekette birazcık başarı kazandın mı, bunun bedelini fena halde ödetirlerdi sana. Bunu bilirdin, bilmezsen de nasıl olsa az zamanda öğrenirdin. İşleri iyiydi Beyefendi’nin. Kitapları iyi satıyordu. Okurlarıyla çok yakın ilişkileri vardı. Hayatın her yerindeydi. Dur durak bilmeden koşturuyordu. Her yere yağmaya ant içmiş şaşkın bir bulut gibiydi ama... Ve işte o zamanlar büyük bir gazetenin yazı işlerinin başındaki eski bir arkadaşı mealen şöyle demişti ona: “Koca bir gazetenin yöneticisiyim. Künyede adım var, ama kaç kişi tanıyor ki beni? Bir de sana bak. Yazdıklarını yüzbinlerce insan okuyor. Binlerce hayranın var. Kadınlar çok seviyor seni. Kötü de kazanmıyorsun aslında.” “Mesele tanınmak mı yani” dedi Beyefendi. “Evet, elbette” dedi sertçe arkadaşı. “O zaman gel yer değiştirelim. Senin postu alayım ben. Sen de tanınmış, hayranı çok bir yazar ol. Gelirleri de değiştireceğiz elbette” dedi. Sustu kısa bir an. Sonra yüzüne dikkatle bakarken, “Hassss...” diye tıslamaya başladı ve arkasını getirmedi. “Yoksun yani” dedi Beyefendi. “Dalga mı geçiyorsun” dedi. “Hem benim postu hem de kendininkini istiyorsun değil mi, hergele” dedi. Evet, anlamında başını salladı. “Ama bedelini ödemeyeceksin, öyle mi” dedi. Yanıt şöyleydi: “Aynen öyle.” Müstehzi bir gülüşle yetindi Beyefendi. Yönetici arkadaşının o geceyi nasıl geçirdiğini hiçbir zaman sormadı, ama onun gecesi berbattı... 15 gün önce ayrılmışlar ve eşi kızıyla gitmişti. İşte o gece evinin kapısından içeriye girse, kızının dokunduğu duvarlar bile gözyaşına boğacaktı onu. Bunu iyi biliyordu. Apartmanın kapısının önünde oturmuştu gece vakti. Uzun süre gözyaşı dökmüş ve sonra kötü bir otele doğru yürüyüşe geçmişti...

HAYVANCA...

Aslında fotoğraf kendini anlatıyor, ancak yine de eklenecek birkaç cümle olabilir diye düşündüm... Mesela hayvanı neden hissiz, bize hizmet ettiği oranda azıcık değeri olan, öldürdüğümüz değil “geberttiğimiz” canlılar olarak görürüz. Ve neden bu “hayvan” sözcüğünün sırtına dünyanın hakaretini yükleriz? Neden kendimizi efendi, onları köle sanırız? Neden onların doğallığının yanından bile geçemediğimiz bu hayatta, bu işi dert bile etmeyiz? Ve neden ağlayan bir çocuğa bütün yüreğiyle merhametin en hasını gösteren bu içli köpek kadar olamıyor çoğu insan? Düşünmeye değer birkaç soru... Ne dersiniz?