IMF’siz ama IMF’liden ağır kriz yönetimi
Türkiye’de tarihsel olarak tüketim eğilimi yüksek olmuş, genel olarak ithalat, ihracattan fazla gerçekleşmiş, ayağını yorganına göre uzatamayan ülkemiz kronik borç krizleriyle IMF’nin kapısını çalmış, yapısal reformlar denile denile acı reçeteler ve kemer sıkma politikaları uygulanmıştır.
Türkiye’de ekonomik büyümeler, her zaman döviz kurunun düşük olduğu dönemlerde gerçekleşmiş, patlayan ithalat ekonomik aktiviteyi canlandırmıştır. Döviz kuru yükseldiğinde ise ithalat yavaşlamasına rağmen ihracat bir türlü istenen oranda artamaz hale gelmiş, bu yapısal kırılganlıkla Türkiye, sarmal şeklinde iki ileri, bir geri ilerlemiştir. Bu süreçler her zaman IMF’nin kapısını çalmakla son bulmuş, IMF ile kriz özdeş hale gelmiştir.
AKP’nin uzun iktidarı, IMF’nin acı reçetesinin topluma dikte edilmesi ile gelmiştir. Türkiye ekonomisinin 1980’den sonraki yirmi yılında Türkiye ekonomisi üzerinde önemli oranda biriken stres AKP’yi iktidara taşımıştır. AKP’nin sonraki 20 yılda uyguladığı politikalar ise önce stresi azaltır gibi görünse de, kentsel rantı önceleyen, üretimi dışlayan ekonomi modeliyle stresin dozunu yükseltmiştir. AKP’nin altyapı projeleriyle saplantılı ilişkisi ile birleşince ekonomik model giderek tıkanmaya yüz tutmuştur.
Modelin tıkandığı anda pandemi devreye girmiş, ekonomide parasal salınımlar ve dolayısıyla enflasyon tüm dünyada artmış, Türkiye’de ise daha da fazla artmıştır. Türkiye, kısa döviz şokları yaşamış, bu döviz şoklarında IMF’ye gitmek yerine sorunu öteleyici yaklaşımları seçmiş, “Türkiye Ekonomi Modeli” gibi ekonomi biliminin doğasına ters uygulamalara girişmiştir. Burada da tek amaç, seçimi kazanmak olmuş, seçimin kazanılmasıyla birlikte “Yeni Ekonomi Modeli” hızla terk edilmiştir.
AKP’nin uzun iktidarında övündüğü en önemli konu, IMF’ye gitmemek olmuştur. IMF, kurulduğundan bugüne rolünde çok önemli değişiklikler yaşamıştır. II. Dünya Savaşı sonrasında kurulan düzenin iki temel sütunundan biri olan IMF, kapalı ekonomiler dönemindeki borç krizlerine rezervleriyle müdahale ettiğinde krizin yangını hemen sönebilirken, dünya ekonomisi liberalleştikçe, para akımları hızlandıkça IMF’nin kaynakları dış ticaret açıklarının finansmanında devede kulak kalmış, IMF yine stand-by anlaşmaları denilen anlaşmalarla kendisinden borç isteyen ülkelere borç vermiştir. IMF’nin borçları kapatmada verdiği krediler devede kulak olsa da, IMF’nin borç krizi yaşayan ülkeye ilişkin uluslararası alana gönderdiği sinyaller daha kıymetli olmuş, IMF bir anlamda dünyadaki en önemli kredi değerlendirme kuruluşu haline gelmiştir.
AKP, başından beri IMF’ye gitmeyi intiharla eşdeğer görmüştür. IMF değişse de AKP’nin milletin bilinçaltındaki IMF ve kriz eşleşmesinden olumsuz etkilenmekten çekinmesi, IMF’nin kapısının çalınmasına engel olmuştur. IMF’nin vereceği kredilerin hacminin giderek küçülmesi ve Türkiye’nin dış ticaret açığı içinde devede kulak kalması, AKP’yi IMF’ye mecbur etmese de, IMF benzeri politikalar artık Türkiye ekonomisi için kaçınılmaz olmuştur. Son beş yılda rekor üstüne rekor kıran dış ticaret açığıyla Türkiye, giderek daha da derinleşen bir krizin içine düşmüş, kriz derinleşmesine rağmen ötelenmiş, “Politikacılar gelecek seçimleri, devlet adamları gelecek seçimleri düşünür.” deyişini haklı çıkarırcasına bir grup politikacının ikbali uğruna ülkenin geleceği daha da belirsizleşmiştir.
***
Seçim bitti, zam yağmuru başladı. Ötelenen kriz, her gün daha da şiddetli vuracak. Fiyatlar yükselecek, işsizlik artacak, krediler kısılacak, üretim vanaları kapanacak. Tarih kitaplarındaki o meşhur sözle, “Halk ağır vergiler altında ezilecek.” IMF’ye gitmeyi siyasi intihar olarak görenler, IMF’ye gidilmese de uygulanacak yapısal reformlarla çözülebilecek krizi, daha da derinleştirdikten sonra çözmek için bocalayacak. Böyle bir ortamda Türkiye, büyük güç nutukları içinde daha da büzüşecek.
Türkiye tarihinde ilk defa, IMF’siz ama IMF’den ağır şekilde belki de tarihinin en büyük ekonomik krizlerinden birini çözmeye çalışacak.