İlahiyat fakülteleri ve felsefe
İlahiyat Fakültelerinde felsefe zorunlu ders olmaktan çıkarılmış. Bazı YÖK üyeleri felsefeyi seçmeli ders olarak bile fazla görmüşler. İnsanlar şaşırıyor. Ben de insanların şaşırmalarına şaşıyorum. Ne bekliyorsunuz? Siyasi konuşmalarının neredeyse tamamında dinî referanslara başvuran, din üzerinden siyaset yapan bir yönetimden ve o yönetimin, akla gelebilecek her kurum ve kuruluşu çeşitli düzenlemelerle kendisine benzetmesinden sonra ne bekliyorsunuz?
Felsefeymiş... İlmihal öğretmek varken felsefeye ne gerek var efendim? Meşâyih ve ulemâ, kâinat ve insan hakkındaki her bilgiyi asırlar öncesinden yazmış ve bize miras bırakmıştır. Şu küçücük aklımızla var oluşu, insanı, evreni anlamaya çalışmanın âlemi var mı? Çok merak ediyorsan, kitaba bak, şeyhine sual et, mürşidine sor; niye aklını zorluyorsun? Hafazanallah, dalalet deryasında boğulursun ve öbür dünyanı hiçbir şey kurtaramaz...
Şaka bir yana gidiş vahimdir. Bu uygulamayla akıl, sistemli ve metotlu düşünme, var oluşu, hakikati, bilgiyi, ahlakı, iyiyi, doğruyu ve güzeli sorgulama yok edilmiştir. Bütün bu konulardaki insanlık birikimi yok sayılmıştır. İlahiyat Fakülteleri mevcut dinî bilgileri öğreten meslek okulları seviyesine indirilmiştir. İslam tarihinin, İslami araştırmaların, İslam düşüncesinin kendi geçmişi dahi yok farz edilmiştir. İslam medeniyetinin parlak dönemlerinin sebep ve saikleri göz ardı edilmiştir. Esasen, bazı ilahiyatçılarımız ve eserleri bir yana bırakılırsa, dinî araştırma ve yöntemler uzun zamandan beri mevcudu tekrar eder hâle gelmişlerdir; akıl gitmiş, nakil her şeye hâkim olmuştur.
Durumu tefsir konusundan bir örnekle açıklamak istiyorum. Bilindiği gibi Peygamber Kıssaları Kur’an’da önemli bir yer tutar. İslam medeniyetinin parlak dönemlerindeki büyük müfessirler peygamberler tarihiyle ilgili bu ayetleri tefsir ederlerken hiç çekinmeden Tevrat ve İncil’e başvurmuşlar ve oralardaki bilgilerle Kur’an ayetlerini yorumlamışlardır. Elbette Tevrat ve İncil nüshalarının muharref olduğunu, asıllarından uzaklaştığını bilerek bunu yapmışlardır. Çünkü metin inceleme ve çözümlemeleri, paralel metinleri mutlaka göz önünde bulundurmayı gerektirir. Yani bu usul, metin inceleme yönteminin olmazsa olmazlarındandır ve bugün için de geçerlidir. Yapılan iş bazıları tarafından “isrâiliyyat” diye küçümsense de bu yöntemi kullanan tefsirler bugünün uleması tarafından dahi el üstünde tutulmaktadır. Üstelik İslam literatüründe bu tefsirlere dayalı özel bir tür gelişmiş ve Kısas-ı Enbiyâ denilen bu türün eserleri İslam tarihi boyunca severek okunmuştur.
Şimdi... İslam medeniyetinin şaşaalı dönemlerindeki müfessirler bu yöntemi kullanırken bugünün tefsir bilginleri ne yapıyor? Asırlarca önce bu yöntemle yapılmış tefsirleri tekrar ediyor. İyi ama, şu anda başka paralel metinler de var. Mezopotamya’da 19. yüzyıldan bu yana yapılan arkeolojik araştırmalarda çivi yazılı binlerce tablet ortaya çıkarıldı ve bu tabletlerde de başta Nuh tufanı olmak üzere, semavi kitaplardaki birçok bahis yer alıyor. 9-12. asırların müfessirleri nasıl İncil ve Tevrat nüshalarını paralel metinler olarak tefsirlerinde kullandılarsa bugünün tefsir bilginlerinin de yüz yılı aşkın bir zamandır gözler önünde bulunan yeni paralel metinleri, yani çivi yazılı tabletleri kullanmaları gerekmez mi? Batılılar, sırf Kitâb-ı Mukaddes’te geçen olaylar için dahi Orta Doğu’da arkeolojik araştırmalar yaparken Müslüman bilginler niçin bu tür araştırmalardan uzak duruyorlar? Kendi imanlarından mı emin değiller; yoksa Müslümanların imanı bozulur diye mi korkuyorlar?
Uzak durmak ve korkmak bir çare değildir. Bugün bütün araştırma sonuçları genel ağda hazır bilgiler hâlinde bulunmaktadır. Çivi yazılı tabletler de, arkeolojik araştırmaların sonuçları da. Yapılacak iş, semavi kitaplardan çok önce yazılmış tabletlerdeki bilgilerle semavi kitaplardaki bilgiler arasında bulunan çelişkileri akılla, mantıkla, sistemli ve metotlu düşünce ile açıklamaktır. En azından bunun için dahi felsefe disiplinine, felsefi düşünceye ihtiyaç vardır.