İki İmam Hatiplinin hikâyesi
İkisi de büyük şehir çocuğu idi. Biri İstanbullu, biri İzmirli.
İkisi de külhanbeylerinin bol olduğu semtlerde büyümüştü. Biri Kasımpaşa'da, biri Eşrefpaşa'da.
İkisi de mahallelerindeki külhanbeyleriyle tanış olmuşlardı. Biri onlar gibi öne doğru kaykılarak yürümeye başlamıştı. Görenler hâlâ o alışkanlıktan kurtulamadığını söylüyorlar. Biri ise ilk gençlik yıllarında ceketini omuzlarına atarak ve hafifçe yana kaykılarak yürümeye başlamıştı. Görenler şimdi onun dimdik yürüdüğünü söylüyorlar.
İkisi de İmam Hatip Okulu'nda okumuşlardı. Biri İstanbul İmam Hatip Okulu'nda, biri İzmir İmam Hatip Okulu'nda.
İkisi de fark imtihanlarını vererek lise diploması almışlardı. Biri iktisat ve ticaret konusunda yüksek öğrenim görmüştü, biri dil ve edebiyat konusunda.
İkisi de fakir aile çocuğu idi. Evin bütçesine yardım olsun diye biri bazen şekerleme, bazen soğan satardı, biri de bazen börek, bazen iğne iplik satardı.
İkisi de çocukluklarında simit satmışlardı. Biri, aslında 10 kuruş olan simitleri, bayatlayıp iade edildikten sonra, akşam fırından 2,5 kuruşa alır, annesinin buhara yatırıp yumuşattığı bu simitleri ertesi gün 5 kuruşa satardı. Biri ise sabah gün ağarmadan sıraya girip aldığı simitleri sepetine koyar, üstünü bir örtüyle örter, "sıcak simit, taze simit" diye bağırarak sokaklarda satardı. Simitler soğuduktan sonra artık sadece "taze simit" diye bağırırdı; bir türlü "sıcak simit" diyemezdi.
Sonra bu çocuklar ne oldu, çok iyi bilmiyorum. Hayat onları nereye götürdü? Bazı şeyler duymuştum. Galiba her ikisinin de yolu İstanbul'daki Millî Türk Talebe Birliği'nden geçmişti. Her ikisi de Cağaloğlu'ndaki MTTB salonlarında verilen konferansları dinlemişti. Yüzü tikli şairin konferansında biri kendinden geçiyordu. Biri ise tikli şairin Mehmet Akif için "haltetmiş" dediğini işitince kulaklarına inanamamıştı, o şairden soğumuştu.
Birinin yolu İlim Yayma Cemiyeti'ne de çok düşmüştü. Cemiyetin başkanı olan avukata hayrandı. Biri ise Türkçüler Derneği'ne devam ediyordu. Atsız'ın yazılarındaki yiğitçe edayı mizacına uygun buluyordu.
Aradan yıllar geçmiş olmalı. Biri şeyhlerin dizi dibinde oturmaya devam etti. Biri ise ne el öptü, ne el öptürdü.
Ama hikâye bu ya, şeyhlerin dizi dibinde büyüyen İmam Hatipli sonraları çok yiğit bir adam oldu. Büyük küçük demedi, herkese meydan okudu. "Ben" diye başını kaldıranın başını ezdi, "ama" diyenin dilini kopardı. Kimsenin elini öpmeyen İmam Hatipli ise yumuşak mı yumuşak bir adam oldu. Gerçi yine "Kaşının altında gözün var." dedirtmiyordu kimseye ama bir yumuşak adam olmuştu işte. Kimsenin başına bir şey gelmesini istemiyordu, herkes "ama" desin istiyordu.
Derler ki bu hikâye çok uzun bir hikâyedir. Hani eskilerin "râviyân-ı ahbar ve nâkilân-ı âsar" dedikleri cinsten. Haberleri rivayet edenler ve eserleri nakledenler derlermiş ki... Daha neler neler derlermiş. Biri "Kodum mu oturturum." dermiş, biri kimseye el kaldıramazmış. Biri "tevâzu" derken tevazuun canını çıkarırmış, biri "tevâzu" dahi diyemezmiş. Biri gözlerini belerte belerte yetmiş iki millete bir gözle bakarmış. Biri "Bana bir millet yeter." diye düşünürmüş ama yine sesini pek de yükseltemezmiş. Biri tepelerden bakarmış herkese ve her şeye. Biri ise tepeleri pek sevmezmiş.
Hikâye biraz eski tarz ama galiba biraz da postmodern. Sonunu açık bırakmış hikâyeci. Bir düş yerleştirecekmiş sonuna ama düşünü çok iyi hatırlayamamış. Galiba bir uçurum görmüş düşünde, fakat ne olduğu, nasıl olduğu pek hatırında kalmamış.
Çok çok eskiler hikâye bitince temmet diye yazarlarmış. Temmet fî sene??? Buraya hikâyenin bittiği sene yazılırmış. Bu hikâyede sadece soru işaretleri var. Belki bir gün hikâyenin başka bir varyantı bulunur da oradan yılını öğreniriz.