İdealleri için kafalarını verenler
Kemiyet olarak küçük, keyfiyet olarak “boşluğu ense kökünde taşıyacak” kadar büyük kafalar vardır. Medeniyet, insanlık, ilerleme ve ahlak adına ne varsa hepsi bu kafaların ürünüdür. Bu kafalar dik, başına buyruk ve özgürdür. Bu tür kafalar eğilmeye gelmez ama kesilmeye gelir!
Kürşat böyle bir kafaya sahipti. Onun için ona, asırlar sonra “Kim derdi ki Kürşad, Kemikle etti, O bir kişi değil, O bir devletti” denmiştir. Kürşad ruhlular özgür kafalar taşırdı.
Özgür kafalar önce gövdesi sonra da başkası tarafından güdülemeyen kafalardır. Derisiyle sınırlı bir kafanın özgürlüğü burun hizasını geçemez.
Kafanın büyüklüğü ile şan, şöhret ve çerçevelenmiş kişi olmak arasında bir ilişki yoktur. İnsana fiziki olarak dik durma ve ayağa kalkma imkânını veren omur ise onu manevi sürüngen olmaktan kurtaran da onurudur. Yeri ve zamanı geldiğinde idealleri için kafalarını riske etmeyenler gerçek anlamda onurlarını koruyamazlar.
Kafayı korumak için şahsiyetini feda etmek vasat insan tavrıdır. O bakımdan “ser verip sır vermeyenler” hayranlık uyandırırlar.
Hiç ölmemek gibi kafasını adeta bir fanusta muhafaza etmeye çalışanlar, zararın en büyüğünü kendilerine verirler.
Bazı kafaları taşımaya kendi vücutları yeterli olmazken, bazı vücutlar da taşıyacak kafa bulamazlar.
Tarihe geçmiş büyük kafaların hikâyeleri de ilginçtir. Söz gelimi bunlardan birisi Danton’un giyotinle kesilen kafasıdır: Ünlü Fransız ihtilalcisi, hatibi ve eski Adalet Bakanı Danton, idama mahkûm olur. Onunla beraber arkadaşlarının da idamına karar verilir... Sonra da sürüklenerek giyotinin başına götürüldü. Giyotinin altına yatmadan önce arkadaşı HeroŞeşel kendini kucaklamak ister. Cellat kaba bir hareketle bu veda sahnesini engeller, kucaklaşmalar önlenir.
Danton cellada:
-Budala, der; başlarımız sepete düştükten sonra da öpüşmemize engel olamazsın ya!..
Ardından da “Cellat” der, “Başımı gövdemden ayırdıktan sonra saçlarımdan tut ve onu şu kalabalığa göster! Bu baş buna değer!”
Ancak orada kafanın kıymetini bilecek ne kalabalık vardı ne de bir başka kafa!
Meşhur kimyager, büyük bilim adamı Lavoisier, ihtilal sırasında Umumi Selamet Komitesi tarafından tutuklanarak Paris İhtilal Mahkemesi’ne gönderilir. Bu mahkeme tarafından idama mahkûm edilir.
Lavoisier idam hükmünü öğrenince, hayatı elden gittiği halde yine insanlığa hizmeti başa alan bir fedakârlık ahlakıyla mahkemeden bir ricada bulunur:
-Kimya çalışmalarımda bütün beşeriyete faydası olacak bir keşif üzerindeyim. Bu keşfi tamamlayabilmem için bana en fazla iki hafta müsaade ediniz! Laboratuvarımda yanıma jandarmalar koyunuz ve denetiminiz altında çalışmamı sağlayınız! Ondan sonra giyotine gönderiniz!
Adam kafasının derdini bırakmış, insanlığın faydasını düşünüyor.
Mahkemedeki kafalar ise çok daha farklı düşünce içindedir. Mahkeme düşünür ve sonuçta “Bu teklifin, siyasi bir oyun olmak ihtimali vardır” diyerek reddeder. Bununla da yetinmez derhal Lavoisier’i giyotine gönderir.
Lavoisier’nin, insanlık adına tamamlamak istediği deneyi için idamının ertelenmesi ricasını Robespierre’in, “Cumhuriyet’in kimyacılara ihtiyacı yok” diyerek reddettiği söylenir.
İdeallerini dava edinen insanların kafaları vücutlarına her zaman yük olmuştur. Böyle bir adam elbette darağacına doğru sürüklenirken, kendisine: “ihtiyar titriyorsun!” diyenlere: “Evet, evlat, fakat korkudan değil, soğuktan!” diyecektir.
Bir başka kafası vurulan da yine bizden birisidir. O, ünlü Şeyh Bedrettin’dir. Sultanın karşısındadır. Sultan ona sorar:
“Benzin niçin öyle sarardı?”
Bedrettin cevap verir: “Güneş batarken sararır.”
Aslında kafanın vücuttan ayrılması trajedi değil komedidir. Burada birtakım kişiliklerin eşyanın tabiatına aykırı olarak “tabii olanı suni olana” üstün tutmaları bu tür sonuçları doğurmaktadır.