İçimizdeki çığlık...

20 bin 572 kg. esrar, 10 bin 332 kg. eroin, 85 kg. kokain, 2.7 milyon Captagon, 894 bin Extacy... Bunlar, KOM yani Kaçakçılık ve Organize Suçlarla Mücadele Daire Başkanlığı’nın açıkladığı, bir yılda ele geçen uyuşturucunun rakamları. Her gramı, her bir tanesi yoksulluk, sefalet, yalnızlık, batak, acı içinde ölüm demek olan rakamlar...

***


Genç bir kız, hayatının baharında... Ayakları üzerinde durmak, meslek sahibi, ailesine yakışır, toplumuna hizmet gönüllüsü bir fert olma duygusuyla İstanbul’a geliyor, okumaya. İster ‘dost’ ister ‘kanka’ deyin, can arkadaşının ikramıyla, ısrarıyla uyuşturucuyla tanışıyor. Kısa sürede kayıplar başlıyor genç kızda; kendine güven, kendini kontrol yitip gidiyor. İdealleri yıkılıyor. Anne baba haber alınca dört elle sarılıyor yavrusuna. Hemen memlekete götürülüyor, tedavi süreci başlıyor. Her şey iyi, her şey güzel, genç kız kendine geliyor, ümitler yeniden yeşeriyor, gelecek geri dönüyor. Zaten doktor da, “Kurtuldu, artık okuyabilir raporunu verince, ver elini İstanbul yine. Ayak basıyor kente, koşa koşa okula gidiyor, derslerine, arkadaşlarına, ‘kankası’na kavuşmak için. 4 gün sonra tuvalette genç bir kız cesedi bulunuyor...
Bu masal değil gerçek bir olay. Anlatan da içindeki acı asla küllenmeyecek olan bir anne... Başka evlatlar uyuşturucu tuzağına düşmesin, başka yuvalar sönmesin diye içi çığlıklar atan bir anne...

***


İstanbul’daki Zübeyde Hanım Öğretmenevi ve Kültür Merkezi’nin konferans salonu. 600’ü aşkın koltuklu salon hınca hınç dolu. Yarının Türkiye’si pür dikkat izliyor, dinliyor. Çıt çıkmıyor. O kadar genci bir arada bu kadar sessiz tutan ne olabilir sizce?
Konservatuvar mezunu gençler; kan davasından kaçıp okumak için büyük kente gelen, yalnızlığını unuttuğunu sandığı, belki canından çok sevdiği kız arkadaşının kullandığı uyuşturucuyla tanışıp, batağa sürüklenen bir erkeğin dramını sahneliyor. Acı o kadar gerçek ki, salondaki gençleri yerlerine mıhlıyor. Kim bilir, o an akıllardan nasıl bir soru, sorgulama, korku, endişe geçiyor? Seyrettikleri içlerinden biri, izledikleri içlerinden birinin feci akıbeti. Ürkütüyor, ürpertiyor...
Ürperiyor, ürküyor insan olan çünkü, ayakta alkışlanan bir oyun perde kapatırken, yeni bir perde açılıyor ardından. Narkotik dedektifi anlatıyor: Uyuşturucuyla mücadelede, sadece İstanbul’da bir yılda 30 binin üzerinde operasyon düzenlendi, 55 bin kişi gözaltına alındı...
Terör örgütünün katliam parası, zehir baronlarının zevk sefa parası, çetelerin, insan tacirlerinin vazgeçilmez para kaynağı uyuşturucu trafiğinde dönen servetin trilyon dolar olduğunu bilirseniz, ne denli zor, ne denli korkunç bir düşmanla karşı karşıya olduğunuzu da anlarsınız...
Önleminizi ona göre alır, mücadelenizi de ona göre yaparsınız. Ve bu işte en büyük savaşı ancak eğitimle verirsiniz. Tıpkı İstanbul Emniyet Müdürlüğü’nün 39 ilçede başlattığı ve 37 ilçede gençlere ulaştığı gibi. Bir saniyelik bir hatanın yok ettiği hayatları gösteren, tehlikeye karşı toplumu uyaran, uyandıran İstanbul Emniyet’i müthiş bir tempo ve azimle bir ’dev’le boğuşuyor. İlçe milli eğitimleri ve ilçe belediyeleriyle ortak atılan her adımda, bu bilinçlendirmeyle eminim ki uçuruma giden yollar tutuluyor, tek tek de olsa uçurum kenarındakiler kurtarılıyor.
Türkiye’de uyuşturucu kullanma yaşının düşüp, uyuşturucudan ölenlerin oranının yüzde 14 büyüdüğünü sakın unutmayın. Unutmayın ki Mustafa Kemal Atatürk’e verilen sözü tutacaksanız, Cumhuriyet’i koruyacaksanız, önce gençliği kollayacaksınız. Çünkü bu olayda ‘bir musibet bin nasihatten iyidir’ atasözü çare değil...


‘Baba evi’ yabancı mı oldu?

Erbakan biraderlerin ’mal, mülk’ kavgası, Zeynep Erbakan’ın “İki kardeşim yüzüme bile bakmıyorlar, dışlandım” yakınmasıyla başka bir boyuta taşındı. Zeynep Hanım bu tavır için ’zulüm’ diyor. Fatih ve Elif ise, ablalarına “Aile içinde hallederdik ama o bu işe başkalarını karıştırdı” diye kızgın. Oysa servetten hakkını isteyen Zeynep Erbakan’ın -mecburen- gittiği mahkemeyi bir kenara koyarsak, şikayeti dillendirdiği yer Saadet Partisi. Yani baba evi. Öyle değil mi?


Vekillere hodri meydan!

“Dilovası, kanser yuvası” denildiğinde koltuklarından fırlayan, bilim adamlarına, gazetecilere ’yalancı’ yaftasını yapıştıran milletvekillerine ne oldu? Niye kalkıp Ankara’dan Kocaeli’ne gittiler. Ne gerek vardı? Zaten onlar, yalan, iktidarı karalayacak iddialar değil miydi? Yoksa artık ’kanser’ yazan resmi raporlar mı gelmeye başladı? Ama işin en doğrusu, ilçede TBMM heyetine yapılan davetti. “Ailenizi getirip, burada bir süre oturun. Acaba oturabilir misiniz?” Evet, Dilovası’ndan hodri meydan...

Yazarın Diğer Yazıları