Hırsızlık, onursuzluk ve yargı
Tolstoy’un, “Diriliş” romanı mahkemede görülen bir duruşmanın tasviriyle başlar. Mahkemede cinayet işleyen bir kadın yargılanmaktadır. Kadının kötü yola düşürülmesi ve ardından da cinayete kadar uzanan serüveni romanda sayfalar boyunca anlatılır. Duruşmada yargılamayı yapan bir jüri vardır. Onların arasında da Nehlyudov adlı bir prens vardır.
Romanın konusu bu prensle katil zanlısı olarak yargılanan kadın üzerine oturtulmuştur. Bu prensin önemi, yargıladığı kadının daha önce ırzına geçmiş olması ve onun kötü yola düşmesine neden olmasıdır. Yani prens bir anlamda kötü yola düşürdüğü ve katil haline gelmesine neden olduğu bir kadını aynı zamanda yargılamaktadır.
Tolstoy romanında gerçekte 19. yüzyıl Rusya’sının hukuk ve yargılama sisteminin bir eleştirisini yapar. Romanın verdiği mesaj evrenseldir. Dünyanın her yerinde mahkemeler suçluyu yargılar. Suçu üreten toplumsal ve ekonomik şartların yargılanması söz konusu değildir. Kişiyi suça uygun hale getiren sistemi yargılamak için de Tolstoy olmak lazımdır.
Konunun bir yanı bu iken diğer bir yanı daha vardır. O da suçlunun ödüllendirilmek suretiyle şerrinden emin olmak olarak nitelenecek bir yöntemdir. Türkiye’de bu yöntem de oldukça revaçtadır. Bir Türk atasözü “Hırsız yeğin olunca ev sahibini bastırır” der. Bu anlayış halk arasında, hırsızı devlet hazinesinden sorumlu tutarak şerrinden kurtulmak diye ifade edilen bir başka sözle tamamlanır. Bu durum “yeğin” hırsızın şerrinden onu “devlet hazinesine bekçi yaparak” kurtulmak yöntemini anlatır.
Bu yöntemin çeşitli uygulamalarından söz etmek de mümkündür. Özellikle Osmanlı’nın çöküş dönemlerinde isyan eden namlı eşkıyalardan bazılarının, kontrol altına alınamayınca Babıali tarafından bulunduğu bölgeye vali olarak atandığı bilinir. Osmanlı’dan bugüne bu konuda çok da farklı bir değişikliğin olduğu söylenemez. Aslında bu tür yöntemlerden arzu edilen sonucun hiçbir zaman alınamadığı da bilinmektedir.
Bir süredir Türkiye’de yaşananlarla birebir örtüşen bir fıkra vardır. Fıkra şöyledir: Köyün birine hırsız dadanmış. Hırsız özellikle ayakkabılara meraklıymış. Cemaat camiye girip namaza durunca bulduğu ayakkabıları torbasına doldurup kayboluyormuş.
Sonunda köylü pusuya yatmış, hırsızı, torbası elinde kıskıvrak yakalamış. Köy heyeti toplanmış. Hırsıza ne ceza vereceklerini tartışmışlar. Köylülerden birisi bir öneri getirmiş.
-En iyisi hırsızı imam yapıp önümüze geçirmek. Böylece gözümüzün önünde olur, hırsızlık yapamaz, demiş.
Köylünün aklı bu işe yatmış, hırsız adamı imam yapmışlar...
Aradan yıllar geçmiş. Gurbete çıkan bir köylü dönüşte hırsız imamın neler yaptığını, hırsızlığın bitip bitmediğini sormuş.
Demişler ki:
-Herif imamlığa devam ediyor, hırsızlık
yapmıyor...
-Demek sorun çözümlendi?
Bir başka köylü yeni durumun hiç de sanıldığı gibi olmadığını şöyle açıklar:
-Hayır... Hayır... Hırsız adam bu kez kendisi gibi birkaç adam tuttu. Hırsızlığı onlara yaptırıyor. Kendisi de “Hırsızlık günahtır, sakın çalmayın” diye vaaz veriyor...
Sonuçta yargılanması gerekirken yargılama yaptığı ya da yönettiği bir ülkede ne adalet ne de gelecek olur. Bir yerde yaşanan adaletsizliğin nedenlerini düşünmekten çok, öncelikle adaleti dağıtanların sorgulanması gerekir.
Sonuçta yasaların iyi ya da kötü olmasından ziyade iyi ya da kötü uygulanması önemlidir. Yasayı uygulayanlar, bir anlamda tuza benzer, o kokunca korumak zorunda olduğu temiz eti (adaleti) korumak mümkün olmaz.
Bu tür bir zihniyetin egemen olduğu yerde hırsız yargıca dönüşür. Suçlu suçlar. Soyulanları da yargı cezalandırır. Şurası kesindir ki, haramilerin köşe başlarını tuttuğu, hatta yönettiği yerlerde yargı bile ancak zulme aracılık eder. Hırsızlığın onur olarak pazarlandığı bir yerde kutsaldan söz etmek abesle iştigaldir.