Hey insan, ayağa kalk!
İnsanın doğaya egemen olmasıyla uygarlığın başladığı fikri yaygındır. Kuşkusuz, insan doğanın bir parçasıdır. Parçası olmaktan öte, bulunduğu doğal ortamı kendince biçimlendiren eşsiz bir canlıdır. Bu biçimlendirme, kuşun yuva veya kunduzun derelere bent yapmasına hiç benzemez. Bu öyle bir biçimlendirmedir ki; madde, insanın elinde gerçek özünden uzaklaşıp, yepyeni bir işleve kavuşabilmektedir. İnsan, doğa denilen hırçın ata istediği biçimde gem vurabilen tek canlıdır.
Pekiyi... İnsan doğaya nasıl egemen olur; buyruğu altına nasıl alabilir? Bu soruların yanıtı kolay: İnsan, akan suya baraj yaparak, esen rüzgârı, kabaran dalgaları karşılayarak elektrik üretir. İnsan pek çok canlıyı evcilleştirir; ondan yararlanır. İnsan, doğanın sıcağından, soğuğundan bilinçli olarak korunur. Ve insan toprağı kullanır; çeşitli ürünler elde eder... İnsanla doğa arasındaki bu masum ilişkileri daha da çoğaltabiliriz. Ne var ki; insanın doğa ile ilişkilerinin tümü hiç de masum değildir. İnsanın doğaya yaptığı ve yapmakta olduğu kötülükler için de upuzun sözler edebiliriz. Nitekim ozon tabakasındaki deliği kirpiler ok atarak açmadı. Nükleer çalışmaların dünyayı uzayda paramparça edecek ‘silah’ halinde boy göstermesi; kurtların, aslanların, kaplanların işi değil. Siz, köstebeklerin, tavşanların; sebze, meyve diplerini kazarak genetik yapısını değiştirip, doğal olanı yapay duruma getirdiğini mi sanıyorsunuz? Veya akan suyun bin yılda oluşturduğu emek hakkı helal ’yatağını’ gasp etme ahlâksızlığını, serseri bir selin yaptığına mı inandınız yoksa?
Saydıklarım ve sayamadıklarım daha nice ölümcül hünerler, ’insan’denen; konuşan -üstelik bir de aklı olan- canlı türünün eseridir! Ancak, burada tüm insanları suçlamak da anlamsız olur. Çünkü insanlardan oluşan çok küçük bir topluluk ‘devlet’ denilen aygıtı yönetir. Bu yöneticiler ilginç tiplerdir. İçi boş demokrasi ve özgürlük sözü, ellerinde hem bayraktır; hem de koruma kalkanıdır. Sözgelimi devlet, halkın alım-satımına hiç karışmaz. Bu kesin kuraldır. Ancak büyük para babaları ‘battığı’ zaman, piyasaya ‘karışmayan’ o devlet, Keynes’in gaipten gelen sesiyle birden irkilip harekete geçer; çoğunluktan topladığı vergileri üç veya beş ‘batıkçı’ için rahatça harcar! Böylesine kesin, anında kararlar alan devlet yöneticileri, söz gelişi; su havzasına, dere yatağına, deprem kuşağına -ABD’de olduğu gibi -tayfun alanına bina yapılmasını ise, bön bön seyreder. Konu uzmanları bu yöneticileri zamanında uyarsa bile aldırmazlar. Bu arada demokrasinin gereği olarak elbette halkın ‘iradesi’ aranır. Ancak bu irade aramada acıklı, gülünç bir durum vardır; şöyle ki: Kendileri yandaşlarına ‘göz yumduğu’ için, halkı da pek tedirgin etmek istemezler. Bu nedenle; sel ağzındaki, fay hattındaki, tayfun karşısındaki halktan aldıkları; ‘Hayır, evimden kesinlikle ayrılmam!’ yanıtını ‘bilimsel değerlendirme yetisine’ sahip; bir jeomorfologun, bir şehir plancısının, bir deprem uzmanının verdiği yanıt olarak kabul ederler. Apaçık halkın yararına olan bir işi, halka sormadan yapmayı da, ‘antidemokratik’ bulurlar... Böylece, halkın parasını ‘batıkçılara’ dağıtırken, halka bire bir niçin ‘sormadıkları’ konusu ise, hep bir muamma olarak kalır zihinlerde!
İşte bu nedenle doğa konusunda sözümüz tüm insanlara değil onları yönetenleredir.
Gelecek hafta buluşmak dileğiyle...