Anayasa Mahkemesi eski Başkanı Haşim Kılıç, Türkiye’de adalet ve özgürlük krizinin olduğunu belirterek, ekonomik krizin nedeninin de bu adalet krizinin olduğunu söyledi.
Başkanlık sistemi ile birlikte Meclis’in bazı yetkilerinin alındığını vurgulayan Kılıç, “Eğer denge ve denetleme sistemi tam anlamıyla kurulmuş olsaydı bence sistemin isminin bir önemi yoktu. Parlamenter sistem de olabilir, başkanlık sistemi de olabilir” ifadelerini kullandı.
Milli Gazete’nin sorularını yanıtlayan Anayasa Mahkemesi eski Başkanı Haşim Kılıç'ın açıklamaları şöyle:
“Cumhuriyetin kurulduğu günden beri Türkiye’de maalesef yargının tarafsızlığı ve bağımsızlığı konusunda ciddi sorunlar yaşandı ve halen de yaşanmaya devam ediyor, bunun altını çizmek lazım. Yargının tarafsız ve bağımsızlığından rahatsız olanlar dün başkalarıydı bugün başkaları oldu, yani neticede renk değiştirdi. Dediğim gibi bu konudaki sorunlarımız daha da ağırlaşarak devam etmekte.
Getirilen cumhurbaşkanlığı sistemiyle ilgili birkaç örnek vererek ağırlaşan bu soruna açıklık getirmek isterim. Birincisi, Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu'nun yapısı ve onun seçim sistemi. İkincisi, Anayasa Mahkemesi'nin yapısı ve seçim sistemi. Bu iki kurum yargının en önemli ve en vazgeçilmez kurumlarındandır. Söz konusu kurumlardaki atama sistemini güçler ayrılığı ilkesine dikkat etmeden yaparsanız yargının bağımsızlık sorununu çözemezsiniz.
Anayasa Mahkemesi'ne baktığınız zaman an itibariyle 15 üyesi var. Bu 15 üyenin 12 tanesini Sayın Cumhurbaşkanı seçiyor, diğer kalan 3 tanesi de Meclis'ten seçiliyor. Meclis'te de hepinizin bildiği üzere çoğunluğu olan parti bu üyeleri seçecektir. Meclisteki çoğunluğun cumhurbaşkanının partisinin olma ihtimali oldukça yüksek tabi ki. Böyle olunca da Anayasa Mahkemesi'ndeki yargıçlarımızı atayacak olan irade tek bir irade haline geliyor. Bu da bağımsızlık ve tarafsızlık sorununu da beraberinde getiriyor. Ben oradaki arkadaşlara bunlar bağımsız tarafsız değil anlamında bir ithamda bulunmuyorum. Teorik olarak baktığınız zaman sistemin ne getirip ne götüreceğiyle ilgili bir tespit. Dolayısıyla gerek Anayasa Mahkemesi’nin gerekse HSK’da çoğulculuğu sağlayacak bir sistemin öngörülmesi lazım.
Çoğulculuğun sağlanması lazım. İki kuruma da aynı görüşten, aynı düşünceden, aynı inançtan insanları oraya atayacak olursanız bir müddet sonra tarafsızlık ve bağımsızlık konusunda sorunlar kaçınılmaz olacaktır. Farklı düşünceden farklı inançlardan seçim yapabilirseniz kendi aralarında denge ve denetim sistemi oluşacağı için daha sağlıklı daha adil kararların çıkmasına zemin hazırlamış olursunuz. Ancak, Türkiye’de çok yakıcı bir kimlik siyaseti yürütüldüğü için yargıyı da etkileyen manyetik bir alan oluşuyor. Kimlik siyasetiyle beraber devletin elindeki güçleri ele geçirme düşüncesi doğuyor. Örneğin yargı, polis, asker, maliye gibi kurumların ele geçirilmesi ve bunlar aracılığıyla kendi politikalarını ve ideolojisini topluma hâkim kılmayı dışarıdan söylemeseler bile iç dünyalarında amaçladıkları görülüyor. Bu anlayış yargıyı da etkiliyor. Yargıyı rahat bırakabilmemiz için bu ele geçirme psikolojisinin mutlaka ortadan kaldırılması gerekiyor. Ve siyasi aktörlerin kimlik siyasetinden uzaklaşarak daha evrensel değerler üzerinden yürüyen bir siyasi platforma geçmesi lazım. “
MECLİS’İN BAZI YETKİLERİ YOK EDİLDİ”
“Şüphesiz meclisin parlamenter sistemde sahip olduğu birtakım yetkileri ve kontrol sistemleri yok edildi. Meclisin, yürütme organını kontrol edecek, denetleyecek enstrümanları ortadan kalktı ve sıkıntılar da başladı. Eğer denge ve denetleme sistemi tam anlamıyla kurulmuş olsaydı bence sistemin isminin bir önemi yoktu. Parlamenter sistem de olabilir, başkanlık sistemi de olabilir. Şuan Türkiye’de getirilen sistem dünyada uygulaması olmayan bir sistem. Böyle bir şeyi ilk defa Türkiye’de yaşıyoruz. Dolayısıyla güçler ayrılığı dediğimiz denge ve denetleme sistemini öngörmeyen bir sistemle karşı karşıya kaldık. Böyle olunca da problemler çıkıyor ve nitekim yavaş yavaş sistemde arızalar baş göstermeye başladı. Bununla ilgili yeniden bir değişiklik ve sorunları çözmek üzere yeni projeler üretilmeye başladı. Hep beraber göreceğiz.”
“KRİZİN ADINI DOĞRU KOYMAK GEREKİR”
“Bence şu anda Türkiye’de yaşanan krizin adını doğru koymak gerekir. Yaşanan “adalet” ve “özgürlük” krizidir. Türkiye bir adalet ve özgürlük krizi yaşıyorsa bunun doğal sonucu ekonomik krizdir. Ekonomik kriz bunlardan bağımsız olarak ortaya çıkmış bir nitelik arz etmiyor. Belirttiğim krizlerin sonucunda ortaya çıkan bir ekonomik kriz var. Türkiye hem adalet yönünden yaşamış olduğumuz krizleri, hem de özellikle ifade özgürlüğü konusunda yaşadığımız krizleri aşabilirsek ekonominin düzelmemesi için bir sebep görmüyorum. Çünkü bunlar aşıldığı takdirde hukuk güvenliğinin olduğu ülkeyle karşı karşıya kalacaksınız. Hukuk güvenliğinin olduğu yere para da gelir yatırımda gelir. Dolayısıyla para güvensiz alana asla gitmez. Türkiye’nin yaşadığı durum bu. Dolayısıyla bu krizleri aşmadan döviz, faiz v.s para politikalarıyla krizleri çözmenin mümkün olmayacağını hep beraber göreceğiz.
Türkiye’de kimlik politikalarının bir sonucu olarak inanılmaz bir kutuplaşma ve gerilim yaşanıyor Bu gerilim ve kutuplaşmadan siyasi rant elde edenler var. Bunu bırakmak istemiyorlar işin özeti bu. Bu gerilim ve kutuplaşmaya ivme kazandıranlar bundan siyasi sonuç elde ediyor, seçim kazanıyor. Yürütülen siyasi çizgi yukarıda belirttiğim sorunları da beraberinde getiriyor.”
"KİM İKTİDARI ELE GEÇİRİRSE, 'BİZİM MAHALLENİN ÇOCUKLARI GELSİN' DİYOR"
“Dikkat ederseniz, konu hep başta ifade ettiğimiz kimlik siyasetine dayanıyor. Bunlar kimlik siyasetinin getirdiği sonuçlardır. Kim iktidarı ele geçirirse: “bizim mahallenin çocukları” gelsin diyor. Bizim mahallenin çocukları; yeterli ya da yetersiz veya liyakatli ya da liyakatsiz önemli değil. Yeter ki bizim mahallenin çocuğu olsun. Bu anlayış durumu maalesef bu hale getirdi. Oysa devlet yönetiminde iki unsur aranır; birisi liyakatli olmak diğeri de dürüst ve ahlaklı bir yapıya sahip olmaktır. Eğer bu ikisi varsa, hangi düşünceye, hangi inanca hangi mezhebe hangi ırka mensup olduğu hiç önemli olmaz, olmamalı. Söylediğiniz anlamda bu ayrışmanın temel sebeplerinden birisi devlete kamu görevlisi alınırken yapılan sözlü sınavlardır. Bu sözlü sınavlar bu ülkede kanayan bir yaradır. Bu mülakat sistemi söylediğimiz:’’ bizim mahallenin çocukları olmalı.’’ anlayışı için çok uygun bir alan. Dolayısıyla da sözlü sınav ve mülakatların kaldırılması lazım. Polisine, yargısına, askerine kim alınacaksa bunların iyi yapılmış bir yazılı sınavdan sonra alınması lazım. Staj döneminde belirli sürelerde zaten bunları yetiştireceksiniz. Yetişme aşamasında o insanların, hukuk dışı bir durumları ortaya çıkarsa bu evrede sorunu çözebilirsiniz. Ama İşin başında daha bizim mahallenin çocuklarını oraya sokma adına, oraya doldurma adına bu elemeyi yaptığınız zaman; liyakatli, gerçekten deneyimli, birikimli o kadar çok insan dışarıda kalıyor ki; bunu hiçbir vicdan kabul etmez etmemeli.”