Hapishane ve Murat Özenalp’ın ölümü
Ürkek güvercinler gibi birbirlerinin gölgesine sığınanlar içimizden birilerinin annesi, bazılarının babası; bir kısmının yakını bir diğer kısmının da tanıdıklarıydı. Onlar merak ve endişe dolu bakışlarla gelen gideni, olanı biteni anlamaya çalışıyorlardı.
Hasret duygusunun yüreklerini kavurduğunu yutkunarak dışa vuruyorlar. Baygın gözler, dalgın zihinler, yorgun yüzler tespih taneleri gibi birbirlerinin arkasına diziliyorlardı.
Yüreklerine yükledikleri duyguları tasnif etmekle meşgul olduklarından olacak bazen sıralarını bazen de yönlerini şaşırıyorlardı. Ürkek kuşlar gibi bir köşeye çekilmiş olanlar da adlarının okunmasını bekliyor. Adı okunan birden heyecanlanıyor ve gişenin önünde göz kontrolü için bir adım ileriye çıkıyordu.
Kimlik, kişilik, el/göz kontrolü derken demir kapılara gelip dayanıyorlardı. Onları izleyip/gözleyerek dahası hissederek aralarından geçmenin acısını ancak insan olanlar anlar.
Hapishaneler yalnız girenleri değil, çıkanları da bedbaht eden yerlerdir. Kapıdan hıçkıra hıçkıra ağlayarak çıkarken yüzükoyun yere kapanacak gibi olan birisinin, irkilip, doğrulup, gözlerini silerek mahcup bir edayla gözden kaybolduğunu gördüğünüzde insanlığınızdan utanacak hale gelirsiniz.
Her nedense oraların havası kurşun gibi ağır, bürokrasisi paslı demir gibi sert, görevlileri robot gibi duygusuz olmaktadır. Bu dolambaçlı ve dar koridorlar, insanı önce doğaya, sonra kendisine daha sonra da diğer insanlara yabancılaştırmaktadır. Hangi çaresiz bakışların delik deşik ettiğini bilmeyeceğimiz inşa halindeki loş koridorlardan geçiyorsunuz. Üslupsuz ve çirkin yapılanmayı takip ederek daracık bir kabine giriyorsunuz.
Mamak ya da Sincan’da hayatını ideallerine adamış, başını vatan denilen bir gayeye tahsis etmiş insanlar vardır. Onlar karşınızdadır ama onlara dokunamazsınız. Yüz yüze bakarsınız ama konuşamazsınız. Önünüz ses geçirmez camlarla, yanlarınız paravanlarla kapalıdır. İletişimi dilinizle değil telefonla kurarsınız. Bir de açık görüş vardır ama herkes açık görüş yapamaz!
Onları bu daracık mekâna Voltair’in “kurşunun ağırlığına, demirin sertliğine, elmasın parlaklığına sahip olan ve altına benzeyen adalet yıldızları, bilim kuyuları, gerçeğin aynaları” olan (!) yargıçlar koymuştur.
Kurmay Albay Murat Özenalp, Balyoz Davası’ndan 2011’de bu ‘altına benzeyen adalet yıldızları’ (!) tarafından Mamak Askeri Cezaevi’ne tıkılmıştı.
Harp Okulu’ndan birincilikle mezun olmuş, amiral olmasına ramak kalmış bir zamanda tutuklanmış olan Murat Albay, çocuklarına “Size tek mirasım var; Ne şartta olursa olsun yalan söylemeyin” diye vasiyet etmişti.
Şartlar onun kendisini yalan söylemeye mecbur etmişti. O içinde bulunduğu durumu beş yaşındaki kızından saklamış “Gizli bir görev için buradayım. Eğitim alıyorum. Ne zaman biteceği belli değil” diyerek onun üzülmesini istememişti.
Murat Albay yargılandığı sırada “Savunmamı, peygamberimizin söylediği ve hepimizin kulaklarına küpe olması gereken ‘bir günlük adalet, 60 yıllık ibadetten faziletlidir’ sözüyle tamamlıyorum” demişti.
Murat Albay, eşi, oğlu ve kızı ile Mamak Askeri Cezaevi’nde açık görüş yaparken düşüyor ve beyin kanaması geçiriyor. Dört gün yoğun bakımda kaldıktan sonra ölerek özgürleşiyor.
Maalesef Türkiye’deki çarpık adalet algısı, pençesine düşürdüğü ve içeri tıktığı kahramanların ancak tabutlarıyla dışarı çıkmasına izin veriyor.
Mamak Cezaevi’ndeki adalet çığlıkları, Kocatepe’deki musalla taşına ölüm çığlıkları olarak taşındı. Murat Özenalp’ın çocuklarının çığlıklarının sorumlusu çarpık adalet sistemidir. Murat Özenalp’ın ölümü adalet duygusunu kaybetmiş yandaşlar hariç, bütün Türk milletinin vicdanını sızlatmıştır. Delili, yargılama biçimi ve kumpas iddialarıyla özel yetkili mahkemelerin verdiği bu kararlar toplumsal vicdanı kanatmıştır.
Mamak’ta adalet adına yeniden yargılanmak için bekleyenler var. Ancak Kuddusi Okkır ya da Murat Özenalp için artık adaletin bir anlamı kalmamıştır. Onların yakınları, sevenleri için de...