HANÇERDEKİ PARMAK İZLERİ... (9) (02 Aralık 2013)

HANÇERDEKİ PARMAK İZLERİ... (9) (02 Aralık 2013)

HANÇERDEKİ PARMAK İZLERİ... (9)

SELCAN TAŞÇI, KÜRDİSTAN PROJESİ ÜZERİNDEN TÜRKLÜĞE VURULAN DARBENİN İZİNİ SÜRDÜ...


KIYAMET SENARYOSU

Hazar petrolleri savaşını kazanabilmek için NATO maskesiyle Karadeniz’e sızmayı deneyen ABD, Türk ordusu tarafından “oyun dışı” bırakılmanın bedelini, 1999’da Ulusal Savunma Enstitüsü’nde hazırlanan ve “cami bombalamaları ile radikal İslamcı-ayrılıkçı Kürt ittifakının orduya karşı mücadelesi”ni öngören senaryoyu uygulayarak ödetecekti!..

Bill Clinton 1997’de, “ABD çıkarına dayalı ekonomik milliyetçiliğin gerekirse silah zoruyla egemen kılınması”nı öngören “Yeni Bir Yüzyıl için Ulusal Güvenlik Stratejisi” ni imzaladı. Buna göre kendi kaynakları tükenecek olan ABD için “iki yüz milyon varillik petrol rezerviyle Hazar Denizi yaşamsal önemde”ydi.
Gelişmeleri dikkatle izleyen TSK, tarihinin en kritik kararlarından birini aldı ve “Milli Askeri Konsepti”ni değiştirdi. Buna göre TSK’nın “bağımlı” olduğu noktalar tespit edilerek iyileştirilecek, modernize edilecekti. Türk Ordusu, Brüksel veya Washington’dan bağımsız karar alma kabiliyetini ortaya koymuştu.
İstihbarat ağının gözlem ve analizlerine dayanarak “Türkiye’nin 2015 yılına kadar alacağı tavrın ve ülke içindeki gelişmelerin, ana çıkarlarının bulunduğu Orta Doğu’da belirleyici olacağı” sonucuna varan ABD, TSK’nın kendisine danışmadan aldığı bu karardan memnuniyetsizliğini bildirmekte gecikmedi:
“Türkiye’nin, bölgede bağımsız bir güvenlik faktörü olarak güçlenmesi ve artan askeri gücü bölgedeki istikrarsızlığı arttırmaktadır!”

İlişkilerinin
en kötü dönemi

Uluslararası görevlerde de bulunmuş bir çok üst rütbeli subay hemfikirdi; Türk-Amerikan ilişkilerinin en kötü dönemi 1997-2000 yılları arasında yaşanmıştı.
1997 yılında, TSK’nın Ukrayna’yla yürüttüğü denizlerde Güvenlik ve Güven Arttırıcı Önlemler (GGAO) çalışması ve Karadeniz donanmalarıyla Çağrı Gücü (BLACKSEAFOR) kurma anlaşması (2001) ABD’nin bu rahatsızlığını arttırdı.
GGAO’nun, donanmasının açık denizlerdeki hareketlerini kısıtlayacağı endişesi taşıyan ABD, TSK’ya bundan vazgeçilmesi için çok baskı yaptı, ancak sonuç alamadı.
Karadeniz Çağrı Gücü’ne dahil olma talebi de “sahildar ülke” olmadığı gerekçesiyle reddedilen ABD’nin, bu ittifaka Yunanistan’ı sokma çabaları da boşa
çıktı.
ABD’nin Karadeniz’e kıyısı bulunmayan Yunanistan’ı Çağrı Gücü’ne katma niyetinin geri planında “Pontus tezi” vardı.

Oyun dışı
kalmanın hıncı

ABD, Hazar hattını kontrol için Karadeniz’e yerleşme planları yaparken TSK bölgeyi kapatmıştı. “Yeni dünya”nın en büyük enerji kapışmalarından biri burada yaşanacaktı ve ABD artık oyunun dışındaydı!
ABD cephesinden bakıldığında bu denli iç karartıcı olan tablonun oluşmasını sağlayan; yani BLACKSEAFOR projesinin kuruluşu ve uygulanmasında görev alan TSK mensuplarının tamamı Balyoz Davası’nda yargılandı! Dahası, 1992’den bu yana BLACKSEAFOR, Karadeniz Uyumu Harekatı, Akdeniz Kalkanı Harekatı, Hint Okyanusunda konuşlanma gibi girişimlerin planlayıcısı Deniz Kuvvetleri Komutanlığı Plan Prensipler Daire Başkanlığı yapan yedi amiralin tümü ve MİLGEM gibi millileştirme projelerinde görev alan denizciler de Balyoz’a maruz kalarak cezalandırıldı!
Manidardır, tutuklandığı gün eski Genelkurmay Başkanı Org. İlker Başbuğ’u da “Karadeniz çıkarması”nın yaktığını iddia edenlerin sayısı hayli fazlaydı. Genelkurmay Başkanlığı dönemindeki en çarpıcı açıklamasını Karadeniz’de, Oruç Reis Fırkateyni’nde yapan Başbuğ, “TSK’ya karşı asimetrik, psikolojik harekat yürütüldüğünü” vurgulayarak, sert bir tonda “Türk Silahlı Kuvvetlerinin, yasaların kendisine verdiği görev ve sorumlulukları yerine getirmeye hazır olduğunu ve hazır durumda olmaya mecbur olduğunu”
söylemişti.
Bir Ukrayna gazetesinin haberine göre de Başbuğ, Ergenekon-Balyoz soruşturmaları dolayısıyla Moskova’ya yapmayı planladığı ziyareti iptal etmek zorunda kalmıştı. Ancak aynı tarihlerde Rusya Deniz Kuvvetleri Komutanı Vladimir Sergeyeviç Visotskiy, Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Eşref Uğur Yiğit’in resmi konuğu olarak Türkiye’ye gelecek ve “Karadeniz’deki mevcut işbirliğinin ileriye taşınması için” karşılıklı atılabilecek adımları görüşecekti.

Doğu Akdeniz’de
endişe

“Karadeniz”in Türk-Amerikan ilişkilerindeki “belirleyici” rolü, ABD eski Ankara Büyükelçisi Eric Edelman’ın, ABD Avrupa Deniz Kuvvetleri Komutanı ve NATO Müşterek Kuvvet Komutanı Michael Mullen ile dönemin Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök’ün 2005 yılı Mart ayında yaptığı görüşmeyle ilgili notundan da anlaşılıyordu.
WikiLeaks sanal “bavulu”ndan çıkan nota göre, Mullen Özkök’e Karadeniz’de Rusya ile rekabet edebilecek ve Türkiye öncülüğünde oluşturulacak bir NATO gücünü faaliyete geçirmeyi teklif ediyor. Özkök ise, “sivil darbe”ler marifetiyle idareleri Amerikan yanlısı olarak yeniden dizayn edilen Ukrayna ve Gürcistan gibi “gelişmekte olan demokrasiler(!)”in Rus etkisini kırdığını söyleyip, konuğunun yüreğine su serpme yolunu seçerek, konuyu geçiştiriyordu.
ABD Türkiye eski Maslahatgüzarı Nancy McEldowney’in aktardığına göre, aynı günlerde Mullen’in halefi ABD Avrupa Deniz Kuvvetleri Komutanı Henry G. Ulrich de, Genelkurmay Başkanı Özkök ve Deniz Kuvvetleri Komutanı Özden Örnek ile görüşmesinde, ABD’nin yılda 2-3 kez Karadeniz’e gemi göndermesini ve Karadeniz Uyum Harekatı’nın elde ettiği istihbaratın NATO ile paylaşılmasını istiyordu. Amerikalıların, Türk komutanlardan bir diğer talepleri ise Türkiye’nin Bulgaristan ve Romanya ile ortak hareket etmesiydi!
WikiLeaks’ten sızdırılanlara göre, söz konusu görüşmede Örnek’in Bakü-Tiflis-Ceyhan trafiğine maruz kalacak olan Doğu Akdeniz’in durumunu gündeme getirmesi, Amerikalıları “Türklerin Doğu Akdeniz’de ulusal operasyonları ve Türk donanmasının Kıbrıs yakınlarındaki etkinliğinin artmasının muhtemel reaksiyonları” konusunda endişelendiriyordu!
“Donanma” üzerinden varılmak istenen yer ayrıca bir araştırma/dizi konusu olacak kadar derin ama yeri gelmişken TSK’nın, tıpkı havada-karada PKK’yla mücadelede olduğu gibi, denizde de, örneğin Rumların (Akdeniz), Ermenilerin (Karadeniz) taraf haline getirildiği alanlarda dümenini, ABD’nin çizdiği rota yerine “milli menfaatler” den yana kırdığı için “hedef” haline geldiğini gösteren bu örnekler, olan bitenin küresel güç savaşında Türkiye’ye biçilen role biat edip etmemekle ilgili olduğu gerçeğinin anlaşılmasına katkı sağlayacaktır.

Yeşil Kuşak’ı
güncelleyen diyalog

Konumuza dönersek, CIA Orta Doğu Şefi Fuller ile “açılımın mimarı” olarak nam salan Henry Barkey’in ortaklaşa yazdığı Kürt raporu, gelecek yılların da en az 1997 kadar hareketli geçeceğinin işaretini verdi:
“Türkiye’de bu sorunu askeri olmayan yöntemlerle çözme cesaretini gösterecek lider yoktur!”
Bunlar rastgele seçilmiş ifadeler değildi. Bu rapordan kısa süre önce 1996’da o “cesur siyasetçi” yi keşif turuna çıkan ve Fuller gibi CFR için de çalışan ABD eski Ankara Büyükelçisi Morton Abramowitz’in yolu İstanbul’da Tayyip Erdoğan’la kesişmiş; kendisine gerekli mesaj iletilmişti:
“Siz, İstanbul’u yönetip yıldızınızı parlatabildiğinize göre, Türkiye için de çok şey yapabilirsiniz!..”
Türkiye’nin bölgesinde “demokratik bir İslam ülkesi” etiketiyle “model” olabileceği söylemi, 1998’de ABD’nin Uluslararası Din Özgürlüğü Yasası’nı kabulünden sonra hızla yayıldı.
Yasanın resmi amacı, “ABD’nin din sebebiyle yabancı ülkelerdeki baskı görmüş bireylere desteğini güçlendirmek ve ABD dış politikasının bu kişilerin yanında olduğunu beyan etmek; yabancı ülkelerdeki din özgürlüğü ihlallerine cevap vermede ABD’nin alacağı önlemlere otorite kazandırmak...”tı.
Dinler Arası Diyalog çalışmaları bu zemini temel aldı. Ki zaten ABD Dışişleri Bakanı Madeleine Albright dünyadaki çatışmaların temelinde din farklılıklarının olduğunu ve üç semavi dinin anlaşması gerektiğini söyleyerek o temeli çoktan atmıştı. Böylece, Afrika ve Orta Doğu’daki Rus izlerini “temizleyerek”, Yeşil Kuşak’ı güncellemek de mümkün olacaktı!

Kehanetti
gerçek oldu!

30-31 Mayıs 1998’te Amerikan Ulusal Savunma Enstitüsü’nde hazırlanan ve artık iyice tanıdığınız Fuller-Barkey ikilisi tarafından açıklanan “Kıyamet Senaryosu” Kahramanmaraş, Sivas, Erzincan Kayseri ve Çorum’daki camilerde bombaların patlaması, polis bastıramadığı için askerin devreye girdiği bir halk ayaklanması, asker-polis, Alevi-Sünni, laik-anti laik çatışması öngörülüyordu! Polis, Sünni ve anti-laiklerin safına geçecek, ordu parçalanacak, radikal İslamcılar ayrılıkçı Kürtlerle birleşip orduya karşı mücadeleye başlatacaktı!
Bütün bunların “senaryo” olarak kalmadığını ve yaşadığımız “şey”in aslında tam da o “kıyamet” olduğunu söylemeye lüzum yok herhalde!
Pentagon’a göre Türk ordusu ABD’den uzaklaşıyordu ve onu ABD politikalarına uygun bir çizgiye sokmak zorunluydu!
Amerikalıların Türkiye üzerine bir sonraki “senaryosu” 1999’da yazıldı. Bu da tıpkı “Kıyamet Senaryosu”ndaki “cami bombalama öngörüsü(!)” gibi Balyoz sürecini başlatan gelişmelerin habercisi niteliğindeydi.
ABD Milli Güvenlik Akademisi’nde görevli Orta Doğu uzmanı Judith S. Yaphe’nin savaş senaryosuna göre, Türkiye’de ordu ile türbanlı öğrenciler arasında çatışma çıkacak, gelişmelerden rahatsız olan genç subaylar da orduya başkaldıracaktı. Öyle anlaşılıyor ki “Genç Subaylar Rahatsız” manşeti 23 Mayıs 2003’ten çok önce atılmıştı!

YARIN: HABUR PROVASI