Halkçılıkmış... Haydi oradan!
Geçenlerde 4. Levent’ten bir minibüs dolmuşa bindim ve Baltalimanı’na indim. Aman Allahım! Boğaz’a bakan o yamaçlar ne hâle getirilmiş! Şekilsiz gecekondular, şekilsiz öbekler hâlinde oraya buraya rastgele dökülmüş. Sanki bir cani, genç ve güzel bir kızın vücudunu binlerce bıçak darbesiyle şerha şerha yaralar içinde bırakmış. Son zamanlarda bu tür işlere halkçılık diyorlar.
Ertesi gün Ortaköy’den bir vapura binip Boğaz’ın iki tarafını şöyle bir göreyim dedim. Aman ki ne aman!.. Sanki gökten ateş kusan canavarlar geçmiş de ateşli oklarını o güzelim yamaçlara saplayıvermiş. Gökdelen dedikleri ucubeler, Boğaz’ın orasına burasına saplanmış. Bunlar hayır, gökdelen değil, yerdelen olmuş, yeşildelen, Boğazdelen olmuş. Bu tür işlere de şimdi imar filan diyorlar.
Abdülhak Şinasi Hisar’ın Boğaziçi Yalıları’nı okumadan, onun eserlerindeki konakları, köşkleri, yalıları sindirmeden İstanbul’a belediye başkanı olanlardan daha fazla bir şey beklenemeyeceğini gerçi bilmek lazımdı ama gözle görmek insana bir başka tesir ediyor. En son, yedi kollu canavarlara benzeyen kocaman kepçeler gelmiş ve Taksim’e kirli betonları döküvermiş.
Bu vatandaşlar Osmanlı’yı pek severler, Osmanlı’yı pek yüceltirler. Ben de severim Osmanlı’yı. Çünkü benim Türk tarihimin zirvesidir. Sevgi için de bilgi lazım, duygu lazım değil mi? Bir Osmanlı’nın İstanbul’una bakın, bir de bu vatandaşların İstanbul’una. Bir yedi tepenin, Sarayburnu’nun siluetine bakın, bir de bu vatandaşların İstanbuldelenlerle doldurdukları arkadaki fona.
Osmanlı sadece askerî ve siyasi açıdan değil, kültür ve sanat açısından da Türk tarihinin zirvesidir. İstanbul Baki’dir, Nedim’dir; İstanbul Mimar Sinan’dır. İstanbul, Hasankale’den gelen Nef’i’yi, Urfa’dan gelen Nabi’yi koynuna alıp ehlileştirmiş, şehirlileştirmiş, medenileştirmiştir. Medeni, “şehirli” demektir, çünkü medine, “şehir” demektir. Türk anlayışında medeniyet, şehirlileşmektir. Osmanlı’yı pek seven bu vatandaşlar ise şehri köy hâline, içinde yaşayanları da köylü hâline getirdiler.
Halkçılık, köyü ve köylüyü sevmektir elbette. Köylüye tepeden bakmamaktır, ona insan muamelesi etmektir. Fakat bundan ibaret değildir halkçılık. Sevmek işin başlangıcıdır. Sonra sıra sevdiğin için bir şeyler yapmaya gelir. Sevdiğin halk okumamışsa onu okutacaksın, kültürsüz ise onu kültürlü hâle getireceksin, medenileştireceksin, şehirlileştireceksin. Onu olduğu gibi bırakmak, köylüyü köylü gibi bırakmak... Hayır, halkçılık bu değildir. Halkçılık, halkın seviyesini yükseltme ülküsüdür. Halkı bulunduğu seviyede bırakmak, köylüyü şehirlere taşıyıp yine köylü olarak bırakmak halkçılık değil, ancak “halk düşmanlığı” olarak adlandırılabilir.
Bütün Anadolu’yu İstanbul’a, Ankara’ya, İzmir’e, Bursa’ya, Antalya’ya taşımak halkçılık olmadığı gibi vatanseverlik de değildir. Vatanı üç beş şehre yığıp geri kalan yerleri boş bırakmak vatan sevgisiyle bağdaşmaz. Boş bıraktığımız topraklara nasıl “vatan” diyeceğiz? Bazen bilerek mi bir yerler boşaltılıyor, diye düşünüyorum. Oralarda zaten biz yokuz denilsin diye mi? Vatanın imarı, büyük şehirleri büyük köyler hâline getirerek değil; köyleri medeni şehircikler hâline getirerek ve bunu bütün vatan sathına yayarak olur. Bir zamanlar bizim “tarım kentleri” diye bir projemiz vardı, tam da bunu hedefleyen. Bugünlerde her şeyi unuttuğumuz gibi galiba o projeyi de unuttuk.
Şehirlileşmiş; Nedim’in, Yahya Kemal’in, Abdülhak Şinasi’nin İstanbul’unu içine sindirmiş insanlar belediye başkanı olduğu zaman şehirlerimizin ve vatanın kurtuluşu da başlar. Şehirlileşememiş insanlar başkan ve yönetici olduğu sürece böyle bir kurtuluşun ümidi de olmaz; Atatürk’ün kalbine, onun ormanlarının kalbine hançerler saplanmaya devam eder.