Halk düşmanlığı
En büyük halk düşmanlığı, yanlış halkçılık anlayışıdır. Bugün özellikle bazı siyasetçilerin ve bazı basın yayın mensuplarının ileri sürüp uygulamaya çalıştığı yanlış halkçılık anlayışından bahsediyorum. Bu anlayışı üç kelimeyle özetlemek mümkündür: Halkın seviyesine inmek.
Evet, bundan daha büyük halk düşmanlığı olamaz. Bu, halkı olduğu yerde bırakmak, onu asla ilerletmemek, yükseltmemek demektir. Nitekim uygulama da böyle olmaktadır. Onlarca yıldır “halk, halk” diyerek halkı geri ve cahil bıraktık. Yalnız halkı geri bırakmakla kalmadık; okumuş, diploma sahibi olmuş pek çok insanı da kültürü ve davranışları itibarıyla belli bir seviyeye yükseltemedik.
Halkçılık, elbette halka tepeden bakmamaktır; elbette halka sevgiyle yaklaşmaktır. Ancak bunun için çapaçul giyinmeye, saç sakal birbirine karışmış vaziyette dolaşmaya, bölge ağızlarıyla konuşmaya, argo kullanmaya, şehirlerde köyde yaşar gibi yaşamaya gerek yoktur. Cumhuriyetin halkçılık anlayışı, halkın seviyesini yükseltmek üzerine kurulmuştur. Milli Eğitim Bakanlığı’nın, başlangıçta “maarif”, daha sonra “eğitim” kelimeleriyle ifade edilmesinin sebebi budur. Her iki kelime de “öğretim” kavramının çok ötesinde anlamlar taşır. Maarif, irfan ve kültür kavramlarını; eğitim ise terbiye kavramını içinde barındırır. Cumhuriyet eğitiminin amacı, kültürlü, bilgili, görgülü, irfan ve edep sahibi nesiller yetiştirmekti. Halk evleri de kültürü, görgüyü halkın ayağına götürmek ve halktaki değerleri ortaya çıkarmak için kurulmuştu ve başlangıçta bu görevini çok da güzel yerine getirmişti. Tiyatroları, konserleri halkın ayağına götürmüş; müzik ve tiyatro toplulukları kurmuş; yayımladığı dergilerle halka mahsus folklor ürünlerini gün yüzüne çıkarmıştı. Anadolu’nun çeşitli illerinde çıkarılan halk evi dergileri bugün için bile çok kıymetli malzemeyi barındıran büyük bir arşiv oluşturmaktadır.
Cumhuriyetle sıkıntısı olanlara Osmanlı’yı da hatırlatabiliriz. Tabii ki Osmanlı, konar göçer hayat tarzı içindeki insanlar tarafından kuruldu. Ancak kısa zaman içinde şehirlere yerleşildi, yeni yeni şehirler kuruldu, padişahların ve ileri gelenlerin mütevazı sarayları, köşkleri birer ilim ve sanat merkezi hâline geldi. Bursa, Edirne, İstanbul bu anlayışla gelişti ve çok ince bir zevki yansıtan mimari eserleriyle birer cazibe merkezi oldu. Bugünün halkçı (!) iktidarlarının anlayışına kalsaydı bu şehirler o dönemde de bugünkü gibi taş ve beton yığınları hâline gelirdi.
İkinci Murad’ın Edirne sarayı, devrinin ilim, kültür ve sanat adamlarını toplamıştı. Saray âdeta bir bilim akademisi ve bir sanat meclisi gibiydi. Sonra İstanbul ve Topkapı aynı görevi üstlendi. Erzurum’dan gelen Nef’î, Urfa’dan gelen Nabî, incelmiş sanat zevkleriyle tipik birer İstanbullu olmuşlardı. Süleymaniye’den sonra, Ayasofya’nın karşısına yerleşen Sultanahmet Camii, Boğaz kıyılarına sıralanan kalem minareler, Levnî’nin ince çizgileri, Itrî’nin muhteşem besteleri Osmanlı Türk’ünün incelmiş zevkini yansıtıyordu. İstanbul’a gelenler de İstanbullu gibi yaşama gayreti içine giriyordu. Hiç kimse ben İstanbul’da Kastamonulu, Adanalı, Sivaslı, Vanlı gibi yaşayacağım diye tutturmuyordu.
19. yüzyılda kalemler (devlet daireleri) ve yeni açılan okullar da aynı işlevi görüyordu. Eskinin Arapça ve Farsça bilen aydınlarına Tanzimat’la birlikte Fransızca bilen aydınlar katılmıştı. 20. yüzyılın başlarında Fransız edebiyatını bir Fransız edibi kadar bilen Halit Ziya, Hüseyin Cahit, Yahya Kemal, Ahmet Haşim devrin süzme aydınlarıydı.
Bu örnekleri, halkçılığın hedef alması gereken örnekler olarak verdim. Halkçılık, halkın seviyesine inmek değil, halkın seviyesini yükseltmek demek olmalıdır. Sadece iktisadi olarak yükseltmek değil. Bilgi, görgü ve kültür olarak da halkın seviyesini yükseltmek. Halkımızı, nerede ne konuşulacağını, nerede nasıl davranılacağını bilen; kılığı kıyafeti, eli yüzü düzgün; Türkçeyi güzel kullanan; sanattan ve kültürden zevk alan insanlar hâline getirmek. Halkçılığın hedefi bu olmalıdır. Kasket takmakla, külhanbeyi edaları takınmakla, yaka bağır açıp çifte telli oynamakla halkçılık olmaz.