Haklı çıkmak neden yetmiyor?
‘Tarih’ verdi ama ‘talih’ vermedi ülkücü hareketin hakkını!..
Harekete geçerek 70’li yıllara damgasını vurmuş üç akım vardı... Bunlar radikal sol, ülkücü hareket ve milli görüştü... Her birinin iddia, hedef ve yöntemleri farklıydı... Darbeye zemin hazırlayan provokasyonları varlığını ıska geçmeden kabul edelim ki, ülkede gerilim iç savaşa dönüşmek üzereyken 1980 darbesi geldi...
Darbe, radikal solu ve ülkücü hareketi tam anlamıyla ezdi... Milli görüşün aynı oranda ezildiğini, nefesinin kesildiğini söyleyemeyiz... Onların bir çok yöneticisi de hürriyetletlerinden alıkondu ama diğerlerine oranla kayda değer bir durum değildi bu...
İlginçtir, sonradan PKK’ya dönüşecek Apocular dışındaki solcu ve bölücü örgütlerin bir çoğu silinirken, kalanlar da esameleri okunmayacak düzeyde minimize oldular... Proleterya iktidarını savunanların 12 Eylül’ü ‘ağır bir yenilgi’ olarak niteledikleri bir süreç yaşandı...
Ülkücüler de ağır bir imtihanla sınandı... Siyasî organları kapatılmış, yöneticilerin tamamı ya tutuklu ya da kaçak pozisyondaydı... İçeride ayrı, dışarıda ayrı bir dram yaşanıyordu... Kimsesizlik, hareketin tek arkadaşı olmuştu!.. Kendi yaralarını kendisi sarmaktan ve biribirine tutunarak ayağa kalkmaktan başka çaresi yoktu... Maddî imkânsızlıkların zorlamasıyla utana sıkıla tıklanan ‘dost’ kapıların yüzlere kapandığı bir dönem geçirildi...
Ama ülkede ve dünyada tarih akıyordu... Fazla kırıma uğramamış olan milli görüş, özellikle taşralı orta sınıf temelinde daha erken toparlanmaya başladı... 1995 seçimlerinden birinci parti çıkacak ve tarihinde ilk defa Başbakanlığı alacak bir potansiyele erişti... Hatırlayalım o dönemleri: Tartışmaların eksenini “Bunlar gelirse genelevler kapatılacak mı?” düzeyinde güya ‘lâikliği korumaya’ yönelik aptalca propagandalar oluşturuyordu... Zaten bu aptallıklar Refah Partisi’nin işine geliyordu ve bunu takip eden ‘Taksim’e cami’ veya ‘Çankaya’ya cami’ tartışmaları bu zemini daha da pekiştirmeye yarıyordu...
Yoksa ortada ne bir felsefe, ne de bir vizyon vardı... Milli görüş dediğimiz olgunun, büyüdükçe mensuplarının çok rahatlıkla ‘gömlek değiştirebilecekleri’ bir ‘araç’ olduğu kısa bir süre sonra anlaşılacaktı!.. Fotoğraf itibariyle ‘genelevin varlığı için kendini ortaya koyan, camiye karşı çıkan’ ve neredeyse bütün endişeleri bunlardan ibaret olan ve lâiklikten sadece bunu anlayan ‘rejim sahibi’ bir kesimin bu çerçevedeki çabaları da takdire şâyandı!..
Devrimci hareketin payına ise önce ‘fizikî darbe’, ardından da ‘ruhî darbe’düşmüştü... Sovyetler Birliği’nin çöküşüyle yenilgi tarihî bir hezimete dönüşmüştü... Artık ne kendilerine destek vermeye hazır ‘zincirinden başka kaybedecek bir şeyleri olmayan işçiler’ vardı, ne de marksizmi göğsünü gere gere savunacak ve diğer ülkelerdeki yoldaşlara destek verecek Sovyet imparatorluğu... Yugoslavya ve Arnavutluk tipi farklı marksist denemeler de yok olmuştu... Çin ekonomik anlamda sadece tabeladen ibaret ‘maoculuk’la ayakta kalacaktı...
Ülkücü hareket tarih önünde haklı çıkmıştı... Önüne vücuduyla set çektiği komünizmin yıkılacağını savunuyordu, haklı çıktı... Türk cumhuriyetlerinin bağımsızlığına kavuşacağını savunuyordu, haklı çıktı... Üniter yapının tehdit altında olduğunu söylüyordu, haklı çıktı...
Burada sorulması gerekenler şunlar: Ülkücü hareket, Türkiye’nin yönetiminde bu haklı çıkışına paralel bir siyasî pozisyon alabildi mi? Alamadıysa -ki öyle- bunun sebepleri neler olabilir? Yazıya girişte kullandığım “ ‘Tarih’ verdi ama ‘talih’ vermedi ülkücü hareketin hakkını” ifadesi bunun içindir...
4 Kasım’da MHP’nin büyük kurultayı var... Bu kurultay ve öncesindeki tartışmalar, sözünü ettiğimiz talihsizliğin nedenlerinin niçinlerinin sorgulanmasına kapı aralayabilir, aralamalıdır... Geleceğin doğru kurgulanması için bu tartışmaya hayatî derecede ihtiyaç vardır... Yoksa herşey iyi gidiyormuş gibi saf tutmak sağlıklı bir durum olmayacaktır? “Ya da A gidecek, B gelecek” tartışmalarının aklı boğucu atmosferinde, nelerin değiştirilerek, iktidar yolunun açılmaya çalışılacağı üzerinde durmamak ne derece doğru olacaktır?
Herhalde şunlara dikkat kesilmek, kongreden yeni bir hayat doğması adına daha yararlı olacaktır... Göreve yeniden talip olan mevcut yönetim, tarih önünde haklı çıktığı halde, yönetme hakkını hep başkalarına kaptıran milliyetçi hareketi iktidara taşımak için dün yapamadığı hangi programı vaad etmektedir? Yani parti yönetme biçimi ve ülke yönetimine talip olmayla ilgili neleri değiştirmeyi düşünmektedir? Bu konudaki ekibi kimlerden oluşacaktır ve partililere vereceği garanti nedir? Yoksa ‘aynı tas aynı hamam’da ısrar mı edecektir?
Yönetime talip olan muhalifler, yönetime gelmeleri durumunda neleri değiştirerek ‘iktidar tıkacı’nı açmayı düşünmektedirler? Partiyi nasıl yönetecekler? Ekipleri kimlerden oluşmaktadır? Haklı çıktığı tarihen tescilli hareketlerini iktidara taşımak için hangi ideolojik vurguları ve propaganda yöntemlerini öne çıkaracaklar?
Bu sorulara verilecek ikna edici cevaplar, kimin yerinde kalacağı veya kimin onu devirip, görevi devralacağından daha önemlidir... Adayları izleyip, bu konuya temas etmeye devam edeceğiz...